On yıldan fazla olmuştur, belki da daha az. Rakamları aklımda tam tutamıyorum; zaten tutmak için de kendimi zorlamıyorum. Ha on yıl ha on saniye! Ne fark eder? Zaman zaten göreceli; hatta belki de böyle bir şey yok bile. Neyse, konuya döneyim: Güzel bir ilkbahar günüydü, güneş tatlı bir sıcaklıkla ısıtıyordu beni. Ne soğuk ne de terleten bir hava vardı. Az önce yağan yağmur suyunun ıslattığı çimenler, çiçekler ve ağaçlar ortalığa nefis bir koku yayıyordu. Yaş çimenlere bastıkça ayaklarım, etrafa su zerrecikleri sıçrıyordu. Ağaçlıklı bir alandaydım. Küçük bir tepe, üzeri on beş-yirmi kadar ağaç barındırıyor.
Birden aydınlık karanlığa dönüşmeye başladı. Gökyüzüne baktım; kara, gri, kırmızımsı bulutlarla kaplı. Gök gürültüsü geliyor karşı dağın tepesinden, çakan şimşekleri de görüyorum. Bir solucan gibi yok bir yılan gibi kıvrılıp kaybolan şimşekleri... Yağmur yağarsa diye endişeleniyorum. Boşunaymış. Yağmıyor. Tepeden aşağıya doğru iniyorum. Artık ağaç yok, gözünün alabildiğine açık bir alan, daha doğrusu tarlalar ve çemenzar. Gök gürültüsü ve şimşekler iyice yaklaştı. Az sonra da tepemde çakmaya başladı.
Ve... Gözleri kör edebilecek şiddette bir ışık ile kulakları sağır edebilecek bir gök gürültüsü... Kendimi yere attım. Üzerime yıldırım düştüğünden eminim, yer sarsıldı, ama ne bende ne de yerde ateşin en ufak bir izi bile yok. Bir milyon belki de on milyon voltluk bir elektrik akımı vücudumdan geçti, toprağa karıştı; buna rağmen bana hiç zarar vermedi. Tuhaf değil mi? Ateşin izi yok diyorum ama öyleyse ortalık neden toz duman? Yıldırımın yerden söktüğü topraktan olabilir mi? Ayağa kalkıp üzerimi silkeledim. Çenem tir tir titremeye başladı, durduramıyorum. Dişlerimin birbirine çarparken çıkardığı sesten rahatsız oldum, bu ses olmasa titremeye razıyım.
Zarar vermedi diyorsam da bu doğru değil. Çünkü o andan itibaren ben, anormal davranışlar göstermeye başladım. İnsanlardan uzaklaştım, aklıma garip düşünceler gelir oldu, dış dünyayı algılama biçimim değişti.
İşte! Halının ortasına kurulmuş, kıvrık bir yılan yatıyor. Siyah zemin üzerinde beyaz bir çizgi başından kuyruğuna kadar uzanıyor. Çizginin her iki yanında gri sarı karışımı kilimlerdeki baklava desenine benzeyen motifler var. Başı da aynı bu motiflerin renginde. Sanırım 2-3 metre uzunluğunda.
-Sen de niye geldin? Diyorum öfkeyle.
Kafasını kaldırıyor yavaşça, dilini çıkarıyor. İnce, uzun çatallı bir dil. Dişleri bembeyaz ve oldukça parlak. Yüzü gülen bir insanınkine benziyor, gözbebekleri simsiyah ama ışıl ışıl. Bu nedenle kötü niyetli olmadığını anlıyorum.
-Sana bir hatırlatmada bulunmak istedim.
-Geçmişimde yılanla ilgili anım olmadı ki hatırlayayım!
-Hani ilkokulda bir arkadaşını nasıl satmıştın?
Hatırladım. On ya da on bir yaşlarındayım, o zaman. Mahalleden arkadaşım olan bir çocukla okulumuz aynı ama sınıflarımız farklıydı. Okula birlikte gidip geliyorduk, teneffüslerin çoğunda da gene beraberdik. Arkadaşım çok para harcıyordu, teneffüslerde kantinden yiyecek içecek alıyor, bazen bana da veriyordu. Benim cebimde param olduğu zaman ise çok azdı. Bir gün arkadaşıma:
-Ailen sana ne kadar çok harçlık veriyor, babanın maaşı yüksek olmalı. Dedim.
-Ne harçlık vermesi? Arada sırada verirler. Bak, kimseye anlatmayacağına yemin edersen sana bir sırrımı söyleyeceğim. Dedi. Ben de yemin ettim.
-Babamın cebinden aşırıyorum, azar azar. Hiç anlamıyor böyle çalınca.
Birkaç gün sonra annemle konuşurken, konu hırsızlıktan açıldı. Annem, hırsızlığın çok kötü bir davranış olduğunu, günah sayıldığını söyledi. Ben de ağzımdan arkadaşımın sırrını kaçırdım. Annem benden duyduğunu arkadaşımın annesine yetiştirmiş. Ertesi gün okula gitmek için arkadaşımı evlerinin önünde beklerken annesi, pencereden bana onun az önce gittiğini, boşuna beklememi söyledi. Bir anlam veremedim bensiz gidişine, ama okulda da suratı asık bir şekilde karşıma çıkınca ve bana:
-Sen bir yılansın, yılan! Deyince neler olduğunu anladım.
Evet, ben bir yılanım. Bir eve bir yılan yeteceğine karar vermiş olmalı ki, ben bunları düşünürken halının üzerindeki yılan da çekip gitmiş!
Devam edecek...
(
Çapulcu Manyak-12 başlıklı yazı
Ömer Faruk tarafından
29.05.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.