Serseriliğim kısa sürdü, tam tamına bir gün.  Bana göre değilmiş. Yaşım daha genç olsaydı...  Yerleşik hayatla ilgili alışkanlıklarım bu kadar fazla olmasaydı... Rahatlığa bu kadar alışmasaydım... Belki...
Bir otelden içeri girdim. Resepsiyona doğru ilerledim, üzerine tiril tiril beyaz bir gömlek giymiş, kıravatlı, düzgün traşlı görevli şaşkın şaşkın bana bakıyor. Burası dört yıldızlı bir otel. Görevli, benim ya  yanlışlıkla girdiğimi ya da adres soracağımı düşünüyor galiba. Çünkü saçı başı dağınık, sakalları uzamış, ayağında ütüsüz bir pantolon, sırtında kocaman çantayla bu adamın böyle bir yerde işi ne?
-Buyrun, bir şey mi istemiştiniz? Diye sordu.
-Evet, bir oda istiyorum. Tek kişilik olsun?
-Kimin için? Siz, sizz, sizin için mi?
-Neden bir başkası için oda isteyecekmişim? Tabii kendim için...
-Affedersiniz. Bizim fiyatlarımız...
-Fiyat önemli değil. Bir geceliği ne kadar? 
-İki yüz seksen beş lira.
Cebimden üç tane yüzlük çıkarıp önüne koyunca; 
-Kimliğiniz lütfen, dedi.
Kimliğimi verdim. İçimden “İyi ki adınız, soyadınız ne?” diye sormadı dedim. Sorsaydı ters bir cevap verebilirdim. Çünkü sorulmasından hoşlanmadığım bazı sorular var. Bir tanesi işte bu. Adım neyse ne, hem bu ad da nereden çıktı? İlk insanların adları mı vardı? Sonradan insanlara ad konmuş. Kim koymuş? Tabii gene insanlar. Binlerce sene bu böyle devam etmiş, sonra bu yetmemiş bunun yanına bir de soyadı eklenmiş. Belki de bundan binlerce sene sonra soyadının yanına da başka bir şey eklenecek!  Hoşuma gitmeyen bir başka soru da: İşiniz ne, ne iş yapıyorsunuz? Aklıma gelen ilk cevap bu soruya “Sana ne!” oluyor. İşinden kovulmuş bir kişiye bu sorunun sorulduğunu bir düşünelim. Ne desin, nasıl desin? Bir diğer gıcık olduğum soru da: Hemşehrim nerelisin? Sorunun faul olduğu açıkça belli. Hemşehrim dediğine göre nereli olduğumu biliyorsun demektir. Yani sen nereliysen ben de oralıyım. Bu soruya da “Uzaylıyım!” demek istiyorum. Evet ben uzaylıyım, sen de, tüm insanlar da. Cevapta bir yanlışlık yok. Hepimiz uzaylı olduğumuza göre de hepimiz hemşehriyiz, hepimiz akrabayız, hatta hepimiz kardeşiz...
Ben bunları düşünürken görevli işlemleri tamamlamıştı. Kayıt işi bittikten sonra:
-Bu odaya giriş kartınız, kapının kilit yerine dokundurun, açılır. Oda numaranız dört yüz on iki. Dördüncü katta ve asansör de sağ tarafta. Sabahları kahvaltı servisimiz olduğunu da hatırlatayım, taşınacak eşyanız varsa biz odanıza göndeririz, deyip kimliğimi ve kartı bana uzattı.
Oldukça büyük bir oda, benim yıkılan evimdeki odamdan da geniş. Her taraf tertemiz, rahat bir yatak, seyretmek isteyen için televizyon, konuşmak isteyen için telefon, yazmak-çalışmak isteyen için masa, buzdolabı, çay demlemek için araçlar,  ütü, traş malzemesi, sabun, diş macunu, diş fırçası, terlik...  kısacası her türlü konfor var. Banyoya girip duş alacağım. Lavabodaki aynaya bakıyorum. Az önce kendimle ilgili yaptığım tasvirden çok daha kötü, perişan bir görüntü çıkıyor karşıma.  Avurtlar çökmüş, gözler cansız, beden iskelet gibi... Saçtan sakaldan ise hiç bahsetmesem daha iyi.
Duştan sonra yattım, yatak çok rahat. Hemen uyudum. Sabah erken uyandım, kahvaltı henüz hazır değildir diyerek biraz oyalanmalıydım, ama nasıl? Sonra aklıma geldi, çantama bir tane de kitap atmıştım. Çıkardım. Okudum. Heyecanlı bir  roman, yazarın üslubu akıcı. Farkında değilim ama kitap beni bir hayli oyalamış, kahvaltı için indiğimde masaların çoğunun dolu olmasından bunu anladım. Birçok gözün beni izlediğini fark ettim; belki de bu insanların bazılarının iştahını bile görüntümle kaçırmışımdır! Kahvaltı açık büfe. Dilediğin yiyeceği dilediğin kadar alıyorsun. İyice karnımı doyurdum. Daha bir hafta bu otelde kalabilirdim. Kahvaltıdan sonra resepsiyondaki görevliye bu isteğimi söyledim ve gene şaşkın bakışları altında bir haftalık ücreti peşin olarak ödedim.
Dışarı çıktım. Bugün bende önemli bir değişim olacaktı. İlkönce bir berbere gidecektim. Beş-altı berber dükkanını inceledim, hiçbirini gözüm tutmadı. En sonunda birinde karar kıldım. Bu berberin iki adet müşterilerin traş olurken oturdukları koltuğu ve dört kişilik de bekleyenler için  koltuğu vardı. İki kişi çalışıyorlardı ve ikisi de meşguldü. Biraz bekleyeceğimi kibarca söylediler. Bekleme koltukları boştu, yani birinin işi biter bitmez sıra bana gelecekti. Berberlerin biri kırklı yaşlarda, saçlarında biraz kırlaşma olan, hafif göbekli bir adamdı. Usta olabilir. Diğeri otuzunda bile göstermeyen ince uzun boylu, top sakallı bir genç. Bakalım hangisi işini önce bitirecek ve benim traşımı hangisi yapacak? 
Sehpa üzerinde dergi ve gazeteler vardı. Bunları bir müddet karıştırdım. Sonra berberleri izlemeye başladım. Genç berber hızlı hızlı müşterisinin saçlarını makasla keserken usta olan sakal traşı yapıyordu ve elinde de hakiki ustura vardı. Şaşırdım, çünkü yıllardır berberlerde hakiki usturaya hiç rastlamıştım, çocukken gördüğüm bir traş aletiydi bu. Şimdiki kullanılan da usturaya benziyor ama farkı jilet takılıyor olması. 
Kendi kendime ustura muhabbeti yaparken beni şaşırtan bir olay oldu. Neredeyse çığlık atacaktım, kendimi zor tuttum. Çünkü usta traş ettiği adamın sağ kulağını usturayla kesti, kulak kepçesini sanki çöpmüş gibi duvarın yanındaki orta büyüklükte bir sepetin içine attı. Müşteri feryat edecek diye beklerken hiç sesi çıkmadı. Sonra sol tarafına geçti adamın ve aynı hareketlerle bu kulağı da kesip sepete attı. Müşterinin gene gıkı çıkmadı. Şaşırtıcı olan diğer bir şey de adamın iki kulağı kesik olduğu halde kan akmamıştı. Usta, hiçbir şey  olmamış gibi traşa devam etti ve tamamladı. Müşteri koltuktan kalktı, elini cebine attı, ücreti ödedi. Yüzüne baktım, kulakları yerindeydi.
Usta, elindeki havluyu birkaç kere koltuğa vurup oradaki saçları temizledi ve beni davet etti. Kesilmiş kulakları gördükten sonra bu berbere traş olunur mu? Ben başımla hayır işareti yapıp, genç berberi gösterdim. Ona traş olmak istemediğimi anladığından usta ısrar etmedi. Dışarı çıkıp bir sigara yaktı.
Genç berberin işi bitince koltuğa oturdum. Berber bana;
-Saç mı sakal mı amca? Diye sordu. 
-Saçı kısaltalım, sakalı da kökünden keselim. Dedim.
Berber, hem gülümsedi hem de aklı sıra espri yaptı:
-Amca, en son kaç yıl önce traş olmuştun?
Cevap vermedim. Çünkü verecek cevap bulamadım. Soruda gerçek payı çoktu.
Benim traş uzun sürdü. Bitince aynadaki görüntünün bana ait olduğundan şüphe ettim. Dağ adamı gitmiş yerine yaşlı ama kibar görünümlü bir bey gelmişti.
Berberden sonraki durağım büyük bir giyim mağazası oldu. Elbiseden ayakkabıya kıravattan iççamaşırına her şey satılıyordu. Fiyatları sanırım oldukça yüksekti. Sanırım diyorum, çünkü uzun süredir bu çeşit ihtiyaç malzemesi almamıştım, o nedenle piyasayı bilmiyordum. Mağazadaki malların markaları da bende bu kanaate yol açmış olabilir. 
Takım elbise, ayakkabı, gömlek, çorap ve iççamaşırı aldım. Pantolonun paçalarının dikilmesi için biraz bekledim. Aldığım eşyaların -iççamaşırı dahil- hepsini orada giydim, eskileri de çöpe atmak üzere bir poşete doldurdum. Tam götürürken orada bana yardımcı olan eleman poşeti atacaksam zahmet etmememi, atma işini yapabileceklerini söyledi. Bu teklif işime geldiğinden poşeti orada bıraktım ve mağazadan ayrıldım.
Öğlen olmuştu, acıktım. Lüks bir lokantaya girip karnımı doyurdum. Daha sonra yıkılan evimin istimlak bedelinin nereye yatırıldığını öğrenip bankaya gittim ve parayı vadeli bir hesap açıp yatırdım. Evim için ödenen bedel, tahmin ettiğimden de yüksekti. 
Otele dönüyorum. Bir kitapçıya uğradım, üç kitap aldım. Oradaki adam ben kitaplara bakarken devamlı yanımda durdu. Bazen sağımda, bazen solumda, bazen de arkamda. Nezaketten mi, yardım etme arzusundan mı yoksa bir başka nedenden miydi bu takip?
Her taraf insan dolu; kaldırımlar, mağazalar insan kaynıyor. Nereden çıktı bu kadar insan? Bir ara bunların hepsi gözüme birlikte kıpırdayan binlerce arı, karınca, solucan, sinek, yılan, kuş topluluğu olarak göründü. Kendimi toplamalıydım, bu tür kötümser görüntülerden kurtulmalıydım. Güleryüzlü, tatlı dilli, pozitif düşünceli biri olacaktım. Bu kararımı uygulamaya geçirdim ve otelin kapısından güleryüzle içeri girdim.
Resepsiyon görevlisi bir şeyler yazıyordu, beni hemen görmedi. Gördüğünde yüzüne eklediği saygı ve sempati etiketli görüntüyle, hafif kibarca gülümsedi:
-Buyrun efendim. Hoş geldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim? Dedi.
-Dörtyüz on iki numaralı odanın kartını rica edeceğim, dedim.
-Ama orası dolu efendim. Size başka bir oda verebiliriz.
Konuşmasından beni tanıyamadığını anlamıştım. İyice resepsiyona yaklaştım ve sesimin de şiddetini artırıp:
-O odada kalan müşteri benim, deyince tanıdı.
-Çok özür dilerim efendim, deyip kartı bana uzatırken yüzü utancından kıpkırmızıydı.

                                                       ● ● ●
(Devam edecek...)
( Dönemeyen Bir Dönme Dolap-27 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 14.12.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu