Bilinç, algı, beklenti, kültür deformasyonu ve toplumsal sorunlarımız

 

     İnsanlık, düşünce, hukuk ve siyaset tarihini şöyle bir gözümüzün önünden geçirdiğimizde; en ilkel toplumlarda bile, dönemin yaşam şartlarına göre bir kural, düzen ve yönetim anlayışı/arayışı olduğunu görürüz. Hukuk tarihi ve hukuk felsefesi açısından bir değerlendirme yapmak gerekirse; tarihsel dönemlere göre, bu alana katkısı olmuş birçok düşünür de hatırımıza gelir.

Basit kuralların, kanun/sistem olarak uygulandığı döneme geçildiğinde pratik olarak ilk aklımıza hukuk adına şu kanun ve hukuk düzenleri gelir: Roma Hukuku, XII Levha Kanunları, Magna Carta,  Hammurabi Kanunları, Common Law-İngiliz Hukuku, İslâm Hukuku, Anglo-Amerikan Hukuku, Sosyalist Hukuk, Kıta Avrupası Hukuk Sistemi, Mecelle, Kanun-i Esasi ve 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu,
1982 Anayasası.

     “Adalet, herkese hakkı olanı vermektir” genel kuralının yanında, hukuk; kişi, toplum, devlet, çevre, eşya, eylem ve tüm ilişkileri düzenleyen kurallar, kurullar ve kanunlar bütünüdür diyebiliriz.

Bireysel eylem, irade, tercih ve kazanımlarımız, hukuki nitelendirme ile; hak, ödev, iktisap, zimmet, zilyet, görev, yetki ve sorumluluk tanımları ile karşımıza çıkar ve bizi kişilikten, yurttaşlığa taşır.

     Hukuk kuralları ile bir yurttaş olarak karşılaştığımızda, sorumluluk, hassasiyet, adalet ve dikkat gerektiren bir yaşam sürecimiz başlamış demektir. Biz hepsine uyarız da uymayanlar da çıkacaktır.

Yani siz çok deneyimli, kurallara uyan, dikkatli bir sürücü olabilirsiniz fakat bu da bir yaşamın gerçeğidir, gelir acemi bir sürücü size çarpar. İşte o zaman hukuk devreye girer.

     Bireysel ve toplumun genelini ilgilendirmeyen lokal sorunları, yıllara yaymadan çözme ihtimalimiz yüksektir. Fakat evrensel ve ülkesel bazda Hukuk anlayışları, yönetim şekilleri tarihsel süreç içerisinde, bu kadar gelişmesine rağmen, kalıcı ve genel kabul gören, ortak mutabakatla hazırlanan anayasalar, kanunlar, toplumsal kural ve yönetim sistemleri geliştirememek, evrensel kalıcı barışı sağlayamamak;

İnsanlık suçu, ayıbı, ihmali, günahı ve dramıdır. Kedi bile içgüdüsüyle hareket ederek, geçebileceği bir deliği bıyığıyla ölçer, köpek kemiği ölçerek yutar. İnsan ise neden başkasına kuyu kazmakla meşguldür hep?

     Anayasanın, yasaların ve en ideal yönetim sistemlerinin mevcut olması, kalıcı/verimli/adil bir çözüme ulaşıldığı anlamına gelmiyor maalesef. Adalet, hukuk, felsefe, ahlak ve estetik gibi üst normlar; toplumda ruh, kültür, bilinç, algı ve medeniyet olarak yer edinemeyince, hukuk zihniyeti şekil, sembol ve yazı olarak kalmaktadır. “Mahkeme kadıya mülk değildir” özdeyişine sığınılır hep. Millete de mülk değildir. Kimsenin mülkü olmasın zaten, adalet anlayışının emrinde olsun.

     En üst düzeyde hakkaniyet, ahlak, zarafet sahibi olsak da en son aşamada bu donanım ve birikimimiz bilim, mantık ve adalet süzgecinden geçebiliyorsa, bu safilikle hiç sorunsuz toplum ırmağına karışabilir. Diğer türlü, hazırcı, şabloncu ve devletçi anlayışla her şeyi adalet kurumlarından ve devlet yapılanmasından beklediğimizde modern devlet ve pozitif hukuk kuralları tam işlemeyecektir.

Toplumda birey olarak adeta bir biyolojik hücre gibi yer almaktayız. Hücre kanserli bir genetiğe sahipse tüm toplum vücudunu esir alabilmektedir.

     En basitinden bir apartmanda yönetici olduğumuzu düşünelim. Apartman yöneticisi, apartmanın patronu olmadığı gibi, kapıcısı ve tamircisi de değildir. Okuyup uygulayabiliyorsanız, 634 Sayılı KMK Kat mülkiyeti Kanunu’nda detaylar vardır. Yaklaşık 7000 farklı kanunun içeriğini tam bilemeyiz elbette.

En azından, apartman bünyesinde medeni ilişkiler geliştirebilmek için öncelikli kanun hükümlerini özetleyip tüm malikleri bilgilendirebiliriz. Bir dernek tüzüğü gibi, detaylı bir yönetim planı hazırlayabiliriz.

Sonuçta ne olur? böylece, demokrasi, sorumluluk, hak, ödev ve yasal yetki kullanımı bilinci apartmanda başlar, mahalleye yayılır, ilçeyi kaplar, kente örnek olur. Ülkesel bazda sorun olan değil, çözüm üreten bir yapıya bürünür.

Bizzat yaşadığımız olaylar olduğu gibi, gazete haberlerinden, mahkeme kararlarından takip ettiğimiz kadarıyla, apartman, iş hanı, site ve kooperatif yönetimleri çoğunlukla sorunlu yürümektedirler.

Neden?... Kanun, mevzuat bilmemek ve ortak bir yönetim tüzüğü oluşturmamaktan, uygulayamamaktan. Apartmanlarda kesinlikle denetim kurulu olmalı ve görevini mevzuata göre yerine getirmelidir.

Apartman yöneticisi yalnız başına karar alamaz. Kat Malikleri Kurulunun aldığı kararları, verilen yetki sınırları içerisinde uygular. Böyle yürüyemediği için, birlikte yaşamın ilk basamağı olan apartmanlar

Sevgisiz, saygısız, mutsuz bir ortak yaşam alanına dönüşebilmektedir. Yönetici, binanın emlak değerini artırıcı, huzuru, güveni, düzeni sağlayıcı çalışmalar yapmak için görev almıştır aslında.

     Başka bir örnek de dernek yönetiminden verelim. Diyelim ki dernek başkanı, 2 yıllık bir dönem için seçilmiş olsun. Dernek Tüzüğünde personel çalıştırma yetkisi yoksa, personel istihdam edemez.

Yetkisi varsa, görev süresince çalıştırabileceği 2 yıllık bir iş sözleşmesi imzalayabilir.

Tüm üyeler ve yönetim kurulu onay verse bile, gelecek dönem yönetimlerini borç altında bırakabilecek, aidat gelirlerini /Planlanan bütçeyi de aşabilecek, seçildiği süreyi aşan bir mali borçlanmaya giremez. Taahhüt, sözleşme, senet imzalayamaz.

Yasal bir müeyyide olmasa bile, etik olarak böyle uygulamakta fayda var.

Daha sonraki dönem gelen yönetim, “enkaz devraldık” diye sitem etmesi hoş olmaz değil mi?

Bir bilge hikayesinde anlatılır ya, bilge sorulan her şeyi mantıklı olarak cevaplamaktadır.

Bir gencin aklına kurnazlık vardır. Avucuna bir kelebek alır. Bilgeye şunu soracaktır:

“avucumdaki kelebek sağ mı ölü mü?”   “ölü” diye cevap alırsa, kelebeği uçması için bırakacaktır.

“sağ” diye cevap alırsa, kelebeği avcunda sıkıp öldürecektir.

Soruyu sorar ve aldığı cevap karşısında şok olur.

Kelebeğin ölü veya canlı olması sana bağlı - sana bağlı” der bilge zat.

Evet toplumun düzenli, müreffeh, mutlu, huzurlu ve adil olması, tek tek hepimize bağlı.

Uzaydan bir kurtarıcı gelmeyecek. Gelse de düzeltemez ki?

     Belediyelerimizin bütçeleri, yatırımları, borçlanmaları, istihdam politikaları, hizmetleri, olumsuz yönleriyle kamuoyuna yansıyınca, toplumun tamamına kötü bir emsal olarak yansımaktadır.

“bizden adam olmaz” karamsar klişe tablosu tüm umut, heyecan ve beklentileri lekelemektedir.

Yukarıda anlattığın çekince, kriter ve önerileri, daha da geliştirerek tüm kurum ve kuruluşlarımıza

mantıksal, ilkesel ve adil olarak yayarak daha kalıcı hale getirebiliriz.

     Şimdi ise biraz da bireysel gözlemlerimizi aktararak ilk kırılma noktalarımıza mercek tutalım.

Hücreyi düzeltirsek insan düzelir, insan düzelirse toplum düzelir. Sezai Karakoç’un bir sözü geldi hatırıma: “Kötülükleri bitiremeyiz fakat, iyilikleri çoğaltabiliriz” der.

Her yanlış yapanı da kötü insan kategorisine almak insafsızlık olur. Müflis tüccar, sadece ticari olarak iflas etmiştir. Görevini yavaş ama düzgün yapan bir çalışan, üretimi azdır ama kaliteli olabilir.

Futbolcudan, çok iyi resim çizmesini de bekleyemeyiz. Yani beklentilerin, amaç, yetenek ve görev ile

nedensellik/illiyet bağı, mantıklı olmalıdır.

     Hakikat ve hakkaniyet sevgisi olmadan hiçbir değer, kavram, norm amacına ve adresine ulaşamayacaktır. Buralardan beslenmeyen bilim, bilgi ve bilinç; keyif ve keyfilikle yürüyecektir.

İletişim eksikliği, algı yanılgısı, bilinç zafiyeti, toplumda kapanması zor uçurumlar oluşturmaktadır.

Kaplumbağa, ceylanı hep acelecilikle suçlamıştır. Çünkü onun bilinci ve donanımı böyle düşünce üretmektedir. Hızlı iş görmek, acelecilikle eşdeğer tutulamaz. Ayrıca cahil alıngan ve yanılgandır.

Gücü elinde bulunduran tedirgindir. Tembel, miskince yaşamı sever, çevresine güven duymaz, güven de vermez. Hırs aptallaştırır.

     Bireylerin gündemi; ben merkezli, toplum merkezli, evren merkezli olarak çeşitlendirildiğinden,

öncelikli gündemler de farklılaşabiliyor.

Toplumda negatif duygu ve egoist beklentilerle rol almak isteyenler; hanutçu, mirasçı, şakşakçı ve

cenaze levazımatçısı gibi imgesel betimlemelerle kendilerine bir meşguliyet bulmaktadırlar.

Bitkisel, fiziksel, zevksel yaşam odaklı sürdürülen bir yaşantı, toplumsal mutabakat dokusuna

Ve birlikte yaşam motifine zarar vermektedir.

     Bilimle barışık olamayan ideolojiler, inançların görülemeyen yüzü; demokrasi, hukuk ve diğer toplumsal değerlerin hareket alanını daraltmaktadır.

Statik ve skolastik, değişime, gelişime, yeniliğe açık olmayan birliktelikler, modern toplumun  kalıcı bir unsuru olamazlar.

     Zengin, bilgili, makam veya güç sahibi olmak, bize başkasını haksız yere suçlama, hakaret etme hakkı veremez.

İddia sahibi de iddiasını kesin delilerle ispatlamakla mükelleftir. Yoksa yalancı, iftiracı, suçlu konuma düşer.

Hukukun evrenselliği, genelliği, bağlayıcılığı, herkese eşit uygulanması ilkesi bunu gerektirir.

Bu durum aynı zamanda itibarsızlaştırma, ötekileştirme, yok sayma, küçümseme eylemi ve toplumsal bir ahlak sorunudur.

     Teknolojinin getirdiği rahatlık, kolaylık, hız ve fonksiyonellik; bireyin insanlık hanesine artı bir değer katmamış, aksine ona sağladığı rahatlık ve kolaylıklar yalnızlığa itmiş, ruhunda derin yaralar açmıştır.

İletişim ve sosyal ilişkileri zedelenmiştir. Yardımlaşma, dayanışma, kültürel etkileşim, teşkilatlanma öğeleri toplumda değersizleştirilmiştir. Oysaki, bilim ve teknoloji ile elde ettiğimiz hız ve tüm kazanımları iyilik ve insanlık yolunda harcayabilmeliydik.

Daha önceleri hiç düşünmeyen, okumayan, konuşmayan ve yazmayanlar; sosyal medya ortamında, bazen de kimliklerini gizleyerek, niteliksiz bir iletişim şeklini sınırsızca, arsızca tercih edenler çoğalmıştır. Bireysellik zedelenince, toplum değerleri de kan kaybetmeye başlamıştır.

     İş, süreç, üretim, yönetim ve zaman planlaması ve süreç iyileştirme, inovasyon ve çalışma  planlaması olmayan kurum, kuruluş ve şirketler, babadan, atadan kalma yöntemlerle ürün ve hizmet üretmektedirler. Bunun bir noksanlık ve hatalı tercih olduğunu kabullenmemekle birlikte, daha iyisini isteyenleri de yadırgamaktadırlar. Kabul edilebilir bir gerçektir ki, Japonlar, “Kalite bitmeyen bir yolculuktur, her öneri ve eleştiri, bedava sunulmuş bir armağandır” diye düşünürler.

Ve bu düşüncelerinin karşılığını, hem de sıkça depremlerle sarsılan bir ada ülkesinde almışlardır.

     Yürümeyen, yemek pişirmeyen, terlemeyen, kömür taşımayan, kül taşımayan, okumayan, yazmayan, düşünmeyen, para kazanma derdi pek olmayan bir gençlik; talep ve aidiyet duygularını

başka alanlara yöneltmiştir. Bunun sonucunda küskün, dargın, dalgın, alıngan, kaçkın, kaçık ve duyarsız bireyler, toplumda yer edinmeye başlamıştır. İnsanların umut, heyecan, inanç, övünç, duygu, düşünce ve sığınma değerleri değişmiş ve devşirilmiştir.

     Tüm bu olumsuzluklardan arınmanın tek yolu; bilim, sanat, felsefe, ahlak, mantık ve tarih bilinciyle yoğrulmuş, maneviyat güneşinde pişmiş, hakkaniyet tezgahında sunulan evrensel, toplumsal bir karşılığı olan değer ve ilkelerle sarılmak ve sığınmaktır. Evrenin ve yaşamın direği adalettir.

Direk yıkılınca, temelin taşıyacağı bir şey de kalmaz.

     Bu süreçlerden geçmiş bireylerin oluşturduğu bir toplum, yığın ve topluluk olmaktan çıkıp, millet olma yolunda yürümeye başlar.

Yollar, inançlar, tercihler, doğrular farklı farklı olabilir. Fakat hakikat tektir. Öyleyse adalet dağıtacak olan hukuk da tek olmalıdır. Yani evrensel, bağımsız, özerk, pozitif ve modern hukuk.

Ve sürekli yorumlanmalı, geliştirilmeli, yeniliğe, bilime açık olmalı. Statik, durağan, hazırcı ve taklitçi bir anlayışa yenik düşmemeli. Öznesine, kanaatine, hakkaniyetine kimseyi ortak etmemelidir.

     Dine, ırka, coğrafyaya, siyasi yönetime göre oluşturulan bir hukuk; kısırlaştırılmış, mumyalaştırılmış, sınırlandırılmış, yanlı ve yanlış adalet dağıtır. Her bilim dalı gibi hukuk da kuşku ve bulgularla yola çıkar. Fakat adaletle kurulacak bir hüküm; varsayım ve tüm kuşkulardan arındırılmış olmalıdır.

     Teori, hayal, bilimsel bilgi, ideal, gerçek, ideoloji, inanç ve bilim; kelime, değer ve kavram olarak ayrı ayrı tanımlanmalı, farkı ortaya konulmalı, ilişki sınırları çizilmeli ve hepsi birbirine karıştırılmamalıdır.

    Hukuk, meslek olarak icra edenler kadar, tüm toplumu yakından ilgilendiren bir bilim dalı ve yaşam gerçeğidir. Diğer bilim dallarıyla da dolaylı ve dolaysız ilişki halindedir.

Hukuk felsefesi, sosyolojisi ve metodolojisine derinlemesine vakıf olamayan bir hukukçunun, mesleğinin tam hakkını verdiği söylenemez. Bilgi felsefesi ve klasik mantıkla da yakın akrabadır hukuk.

Biyoloji, fizyoloji, anatomi, farmakoloji öğrenmeden hekimlik yapmak, kasaplığa indirgenir.

Hukukçu da bu duruma düşmemelidir. Böylesi bir durumda, kendisini ve mesleğini harcadığı gibi, bir toplumun geleceğini de karartabilir. Kendisine ilgilendiren alanlara, cesurca, azimle ve sabırla, derinlemesine girmelidir.

     Hukuk toprağımız, adalet güneşimiz, nesiller tohum mirasımızdır. Daha iyisini bırakmak

Hepimizin boynunun borcudur.

Samsun, 10.08.2019

Ali Rıza Malkoç
#armozdeyis
www.arm.web.tr

( Bilinç Algı Beklenti Kültür Deformasyonu Ve Toplumsal Sorunlarımız başlıklı yazı Ali R.MALKOÇ tarafından 10.08.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu