Ne zaman başladığını tam hatırlamıyorum, ama son yıllarda biraz daha
sulugöz oldum gibi sanki..
Çocukken taş kafaymışım,ona buna kafa attığımda “maşallah taş gibi
kafası “ dediler diye arada annemin sandık üzerine dizdiği yer
yataklarına, bayramlarda serelim diye rulo yapıp kapının arkasına
diktiği halılara, hatta çok abarttığımda oda kapılarının kasalarına,
tabi elimi alnıma koyarak kafa atarmışım..
Annem, yatak yorgan kümesinin örtüsünü bozduğuma mı yoksa, tam
hatırlayamıyorum “Bu çocuk kafasını çok vuruyor öteye beriye,
aptal olacak” diyenlerin dolduruşuna mı kızardı, arada cezalandırırdı..
Kafama vurmazdı ama, kolumun etli kısmına düğüm atmaya çalışırdı..
Hiç yüzümü buruşturmuyorum diye de “Bu oğlan dokuz canlı galiba”
diyerek hayıflanırdı..
Okulda aşıdan hiç kaçmazdım,hatta iğnenin üstüne üstüne giderdim
meydan okur gibi,ön sıradaki beyaz yüzlü kız başta olmak üzere diğer
çocuklara karşı tartışmasız üstünlüğümü kabul ettirmiştim bu konuda..
Tam iğnenin dalma anında, sıradaki çocuklara bakarak
“Leventtt benden sonra sıra sende oğlum” diye bağırırdım..
Her ne kadar sünnette yüzümü buruşturduğum bir resmi hala en az
okunan bir kitap arasında saklasam da diğer çocukların salya sümük
resimleri karşısında cesurluk abidesi olarak bile sayılabilirdi benimkisi..
Kötü bir şey bu ağlayamamak aslında..
Onca ağır hastalık döneminde herkes gizli açık gözyaşlarına boğulurken,
babama dahi ancak kefenin ayakucundan tutup mezara indirdiğimde
ağlayabilmiştim..Dirisini de ölüsünü de artık göremeyeceğimin ancak
ayrıdına vardığımda..
İki gün sonra Urfa şantiyesine giderken yan koltuktaki amcaya
anlattığımda da tutamamıştım kendimi, ne oluyor bana diyerek
sorgulamıştım kendimi bir müddet, uyumak için hayatımda ilk kez
yorganı başıma çeker olduğum o sıkıntılı dönemde..
Hayat sizi öyle bir öğütüyor ki, geriye dönüp baktığınızda hayatınızı
karartmış olması gereken üzüntüleri nasıl atlattığınıza şaşıyorsunuz..
Geçenlerde beni gördüğünde duraklayıp,sonra hızla kaçan sol gözü akmış
küçük kediye kim bunu yaptı diye gözlerim dolduğunda aklımdan geçirdim bütün bunları..
Daha annesiyle, kardeşleriyle alt alta üstü üste oyunlar yapacak,
bir sokak köpeğinden kaçarken arabanın altına gizlenecek, belki de
kuyruğu yukarıda çöp konteynerlerinin dibine kafasını uzatıp karnını
doyurmaya çalışacaktı, tek gözüyle ne kadar olursa..
Sokağa çıkan çocuğunun yakasını boğazını düzelten, şapkasını kulaklarından
aşağıya çekiştiren, ayakkabısının bağcıklarını itinayla, takılıp düşmesin
diye pabuçlarının içine tıkıştıran annenin endişesi niye gözlerimi doldursun
ki durup dururken şimdi?
Özürlü çocuğunu kucaklayıp, güneşli bir İstanbul öğlesinde arabadan sahile
taşıyan, beraberce oltalarını denize sallayan babanın ellerine niye
hıçkırıklara boğulup sarılma isteği duyayım ki?
Hani insan alışınca kanıksardı?
Niye madem her şehit cenazesi görüntüsünde
tabut sıvazlayan elleri gördüğümde tutamıyorum kendimi? Teselli vermeye
çalışan komutan gibi göz yaşlarımı içime akıtmayı niye beceremiyorum da,
yüreği kavrulan babaya faydası olacakmış gibi yanaklarımı beyhude ıslatıyorum?
Kesin, bir tuhaflaşıyorum ben gün geçtikçe..
Neredeyse koca bir bahar birlikte yaşamış,tomurcuktan hazan sarartmalarına
kadar hemhal olmuş yaprağın,ağaçtan ayrılışına niye şiirler yazıyorum?
Başka bahar yokmuşçasına sanki..
Hani söylenir ya hep, insan yaşlanınca daha bir duygusal olur diye..
Niye ki?
Göz pınarlarına su taşıyan isale hattı ancak kırk ellili yaşlarda mı
tamamlanmış oluyordu ki? Ya da Kerkük’ten pompalanan petrolün iki ayda
Yumurtalığa ulaşması gibi bir şey miydi bu? Çabucak hayatın başka
boğuşmalarına dalıp içinde bulunduğum zamanı unutmadığımda düşünürdüm,
ağlayabilmek için acaba erken doğmuş bebeği kuvözde geliştirmek gibi
insanı da gençlikte “yaşlandırma” ünitesine mi bağlamalıydı?
Beni bağlayan olmadı sahi öyle bir makinaya..
Öyleyse?
Yoksa, yoksa yaşlanıyor muyum ben?
Eyvah..