Yapayalnızım evde. Karım çarşıya gitti. Dönmesini bekliyorum. Beklerken canım sıkılıyor. Dışarıda hava güzel ama çıkıp dolaşamıyorum. Beni tutan, dışarı çıkmamı yasaklayan yok. Gene de tutukluyum içerde. Sezen Aksu’nun bir şarkısını biraz değiştirerek söylüyorum: “Ben evde tutuklu kaldım.” Çok şükür yatak tutsaklığım bitti. Yatağımdan, zar zor da olsa, kalkıp evin içinde dolaşıyorum arada sırada. Dolaşıyorum ama çabuk yoruluyorum. Hemen kendimi bir koltuğa ya da yatağa atıyorum. Yatağımı çok seviyorum. İçinde dinleniyorum, uyuyorum, hayallere dalıyorum. Kendimi yâr kucağında hissediyorum orada.“Yatak, kutsal yatak! Sensin dinlendiren yorgun bedenleri, sensin dillendiren kadınların, erkeklerin özlemlerini, aşklarını. Sende doğar nur topu gibi hayaller, sende büyür kartopu gerçekler. Sensin hayat veren, hayatı sona erdiren. Hastalar seninle rahat ederler, sağlıklılar senin göğsünde, ana kucağındaymış gibi bir oh çekerler. Çocuklar seninle avutulur, acılar sende uyutulur...”
Yapayalnızım. Yalnızlığın ne kadar zor olduğunu şimdi anladım. Bir deprem olsa kaçamam, kaçmaya kalksam bile yarı yolda kalırım. İçeriye hırsız girse yakalayamam. Yol kapısına yakın dursam daha iyi olacak. Hiç olmazsa, karım geldiğinde hemen açıveririm. Çoktandır bir işe yaradığım yok zaten. Her işi o yapıyor. Ev işi yetmemiş gibi, çarşıya, pazara gidiyor, bana bakıyor. Her şeyin en iyisini, en ucuzunu alayım derken canı çıkıyor. Ne dedim ben? Tövbeler olsun! Aman canı çıkmasın. Sözümü geri aldım. Değil gerçek olması, lafı bile kötü. Karım olmasa bana kim bakar? Yedirip içirmesi bir yana, yıkayıp temizliyor beni, tuvalete götürüp getiriyor. Hakkını nasıl öderim bilmem. Bunu düşünürken bile gözüm yaşardı. Son zamanlarda çok duygusal oldum. Hemen gözlerim yağmurlanıveriyor. Bulutların dağılıp güneş açması zaman alıyor. Bilmem neden, aklıma bir türkü geliyor:
“Atım araptır benim
Yüküm şaraptır benim
Eğer yârim gelmezse
Halim haraptır benim.”
“Gelmezse” yerine “sevmezse” mi desem acaba? Öyle ya, sevgidir her işin başı. Sevmese benim çileme nasıl katlanır o? Başımdan neler geçti. Hep üzüldü, üzdüm onu bilmeyerek. Evlidir, mecbur yapmaya dememeli. Yapar da, somurtarak, homurdanarak yapar, söylenir, dırdır eder, kafa şişirir. Bu yüzden “gelmezse” yerine “gülmezse” demeliyim. Asıl gülmez, bana güler yüz göstermezse halim harap olur. “Gül sen gülün olayım” diyen şarkı ne kadar da anlamlı. Sevgilinin yüzünün gülmesi, gülerek bakması insanın canına can katar.
Eyvah! Deprem mi oluyor yoksa? Tavana bakıyorum. Lambalar sallanmıyor. Başım mı dönüyor yoksa? Bir keresinde, evde karım yokken başım dönmüştü de ne yapacağımı şaşırmıştım. Boyum bosum, kilom yerinde olduğu halde, ne kadar aciz olduğumu, aciz kaldığımı anlamıştım. İkisi de fena. Bir felaketin habercisi olabilir bu sallantı. “Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık” demiş elin oğlu. “Sen de tükürme be adam, ille de tükürmek zorunda mısın? Tüküreceksen yerlere tükürme, yüzüne tükürülecek ne kadar çok adam var, biliyor musun? Tükürüğünü ziyan etme.”
Ben böyle düşünürken sarsıntı duruyor. Demin epeyce yürümüşüm farkında olmadan. Bünyem daha zayıf olduğu için sarsılmışım, deprem oluyor ya da başım dönüyor sanmışım. Bir şey yok çok şükür. Kapıya yakın bir yerde oturuyorum. Bir deprem olsa dördüncü kattan kaçıp kurtulabileceğim sanki. Geceleri büsbütün savunmasızız. Uyku sersemi ne yapacaksın? Hırsız girmesin diye kapıyı iyice kilitliyor, arkadan sürmeliyoruz. Böyle yapmasak hırsızın içeri girmesi kolay olacak. Yapınca depremde dışarı çıkmak zorlaşacak. Ne yapacağımızı şaşırdık doğrusu. İki ucu pis değnek diye buna denir işte!
Ayağıma bir şey takılıyor. Merakla bakıyorum. Deprem çantası olduğunu görüyorum. Sanki deprem olsa çantayı alıp kaçabilecek zamanımız olacak. Yıkıntı altında kalınca bundan yararlanabileceğiz. Karım çantanın içine çamaşır, kazak, el lambası, düdük falan koydu. Daha ne koyayım diye bana sordu. Her şeyi bana sorar. Sorar da gene bildiğini okur! Dışarı çıkarken de, “Şemsiye alayım mı?” diye sordu. Ben ne bileyim yahu? Havadan haberim yok ki. Zaten her şeyim ters gider. Şemsiye alırsam güneş açar, şemsiye elimde yük olur. Güneşli havada elimde şemsiyeyle görenler bana hayretle bakarlar. Şemsiye almazsam yağmur yağar.
Ters hoca diye biri varmış. Çocuğunu okutmaya gelenlere, “Çocuk hastalıktan kurtulamasın” diye dua ediverirmiş. Kızmışlar, niye böyle yaptığını sormuşlar. Şöyle demiş: “Ben bu köye gelirken önüme bir yokuş çıktı. Bu yokuşu nasıl çıkacağımı düşünmeye başladım. Allahtan ya bir araba göndermesini ya da gözleri sürmeli bir güzel yollamasını istedim. Güzelle konuşa konuşa yokuşu zahmetsizce çıkarım, dedim. Kim gelse beğenirsiniz? Yedi köyden sürülmüş bir kabadayı geldi. Eğil, sırtına bineceğim, dedi. Elindeyse hayır de. Çaresiz eğilip onu sırtıma aldım, yokuşu kan ter içinde çıktım. Yani kısaca, ben ararım gözleri sürmeli, bana gelir köyden sürmeli. O bakımdan ters dua ediyorum .”
Gerçekten de öyle olur, çocuk hastalıktan kurtulurmuş!
Deprem olunca dımdızlak kalmayayım diye cebime kimliğimi, cüzdanımı alıp da öyle yatıyorum. Birisi de banyoya mayosuyla giriyormuş korkudan. Eskiden pek fazla korkumuz yoktu. Hele çocukken bir tek öcü vardı. Şimdi öcüler çoğaldı. Anarşi, terör, trafik canavarları, çevre kirliliği korkularımızı ayyuka çıkardı. Sağlık konusunda da korkar olduk. Doktor perhiz yapmamı söylediğinden beri, özellikle karımın içine bir korku düştü. Daha önce, “ne pişireyim” diye bana sorardı. Şimdi sormuyor. Falan yiyecek kolesterolü arttırıyor, filan yiyecek tansiyonu yükseltiyor, şu içecek şeker yapıyor diye onları eve sokmamaya çalışıyor. Yumurta yasak, gazlı içecekler yasak, kırmızı et tehlikeli, margarin ölüme davetiye çıkarmak sanki. Tavuk iyi deniliyordu ama kuş gribi çıktı, ona da kuşkuyla bakar olduk. Sebze, meyve yiyin deniliyordu. Onların da çoğu hormonluymuş. Suni gübreler, kimyasal ilaçlar ağzımızda tat bırakmadı. Yemek yedikten sonra, karnımız mı ağrıyacak, midemiz mi bulanacak diye korkuyla bekler olduk. Bir de ülser olmak var işin ucunda!
Beklemek dedim de aklıma geldi. Karım nerde kaldı acaba?
Ünlü bir türküyü biraz değiştirerek söylüyorum:
“Köşe başı beklerim
Derdime dert eklerim
Karım gitti çarşıya
Ben burada beklerim.”
“Tekkeyi bekleyen çorbayı içermiş.” Şöyle mis gibi bir çorba olmalı da içmeli. Karım gelince söyleyeyim de yapıversin. Yok, istemem. Yapmasına yapıverir de, yağını, tuzunu az koyar, çorba, çorba olmaktan çıkar. Çorba et suyuyla güzelleşir. Evde et suyu yok. Oğlum et suyu tableti almış. Onlar güzel oluyor ama dokunur diye karım çorbanın içine koymuyor. Onu yeme, bunu içme; bu da yaşamak mı be! Biliyorum, bunları benim sağlığım için yapıyor. Sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyor, yediriyor. Kendisi benim gibi yatağa düşmedi ama içine bir korku düştü. Benimle birlikte o da perhiz yapıyor. Kraldan çok kralcı kesiliyor. Her gün gazetelerin sağlık köşelerini okuyor, notlar alıyor. Onlara bakarak yasakları çoğaltıyor. Çay da zararlıymış. İçeceksek yeşil çay içmeliymişiz. Oysa mis gibi kırmızı çayın tadı başka oluyor. Hele yemeklerden sonra bir orta kahvenin yerini hiçbir şey tutamaz. Dert yanıyorum ama böyle hemşire gibi bir kadın zor bulunur. Bir akrabamızın karısı, nasıl olsa ölmeyecek miyiz diyerek hiç perhiz yapmıyor. Oysa kendisi şişman, kocası da kalp hastası...
Değerini bileyim, gönlünü hoş tutayım. Kadınlar hoşlanır ilgiden. Gelince hemen kapıyı açayım. “Nerede kaldın bu saate kadar” diye yüzüm ekşitmeyeyim. “Benim için çok zahmetlere giriyorsun. Teşekkür ederim” diye sarılıp öpeyim. Zaten çoktandır sarılmadım kendisine. Birlikte yatmıyoruz bir süredir. Doktor dik yatmamı, özellikle sola dönmememi söyledi. Ben karyolada, o da yerde yatıyor, sola dönüp dönmediğimi kontrol ediyor, “Tuvalete gitmek istiyorsan söyle de ben götürüvereyim” diyor. Ona daha fazla yük olmak istemiyorum. Duvarlara tutunarak gidip geliyorum banyoya. Orada biraz fazla kalsam merak ediyor, hemen yanıma koşuyor, “Bir şeyin yok değil mi?” diye kuşkuyla yüzüme bakıyor.
Hasta olalı bir tuhaf oldum. Ayakkabılar eğriyse hemen düzeltiyorum. Sanki eğri dururlarsa hayatımızda da bir eğrilik olacak sanıyorum. Mutfaktaki çatal ve kaşıkları hizaya sokuyorum. Camilerde sala verildiği zaman ölüm geliyor aklıma hemen. “Ölenleri haber vereceklerine doğanları haber verseler, yeni doğan bebeklere hoş geldin deseler diye düşünüyorum. Gece yattığım zaman dua ediyorum. Ailemize sağlık, mutluluk diliyorum. Kazasız, belasız yaşayalım diye yakarıyorum. Bildiğim ayetlerden okuyorum...
Ezan okunuyor. Ezan güzel okununca insanın içine bir huzur doluyor.
Ayak sesleri var dışarıda. Karım mı geldi acaba? Yok, o değilmiş. “Saat kaç oldu. Neredesin be kadın?” Bir arkadaşına rastlamıştır muhakkak. Konuşmayı pek sever. Ya da bir yere takılmıştır. Vitrinleri seyrediyordur, giysilerin fiyatlarını kontrol ediyordur. Yapıyordur işte bir şeyler. Bulur o takılacak yerleri. Takılmatik koydum ben onun adını. Geç geldiği zaman, hayrola gene nerelere takıldın takılmatik hanım diye soruyorum. İnsan evde bıraktığı hastayı merak eder, bir an önce eve döneyim diye acele eder. Umurunda mı evdeki? Dışarısı güzel, dışarısı iyi; çevreni seyredersin dört duvarı seyredeceğine. Kitap okumaya, televizyon seyretmeye çalışıyorum ama hemen gözlerim yoruluyor. Oyalanmak, gözlerimi dinlendirmek, göz gezdirmek amacıyla pencereden dışarıya bakıyorum. Komşu kadına gözlerim takılıyor. Çamaşır asarken göbeği görünüyor. İçimde bir şeyler kıpırdıyor. Kadın sakın beni röntgenci sanmasın. Balkonlara eşyalar koymuşlar. Oturun oralarda, hava alın. Balkon hava alma yeridir, eşya koyma yeri değil. Kimisi de kapattırmış balkonunu. Zevke bak zevke!
Uzakta ağaçlar var ama apartmanlardan tam görünmüyor. Yeşillikleri kovmak için epey çaba sarfetmiş yapsatçı beyler. Geçenlerde bir bahçeli evi yıktılar, canım çiçekleri kopardılar, yemyeşil ağaçları köklediler. Cinayet işlenmiş gibi üzüldüm. İnsanların bu duyarsızlığına, çevre katilliğine kızıyorum. Bari balkonlarınızda çiçek yetiştirin yahu! “Yazıklar olsun hepinize!” diye bağırmak istiyorum. Canım sıkılıyor. Bağırsam pencerelere üşüşürler, beni deli sanırlar herhalde. Asıl deli sizsiniz. Geleceğinizi karartıyorsunuz...
Şu işe bak, hâlâ gelmedi.
Ne demiş Necip Fazıl: “Ne hasta bekler sabahı ne genç ölüyü mezar/ Seni beklediğim kadar.” Hayatımız beklemekle geçiyor zaten. Ucuzluk bekliyoruz. Hayat pahalılığı bitsin. Yaşamak güzel olsun diyoruz; ölüm ucuzluyor. Bankada bekliyorsun, resmi dairede bekliyorsun. Karşıya geçmek için yeşil ışığın yanmasını bekliyorsun. Bir türlü yanmak bilmiyor mutluluk ışıkları. Beklerken tekliyorsun, umuduna özlemi ekliyorsun. Alacaklılar beklemiyor ama. Ölüm beklemiyor, zulüm beklemiyor...
“Yahu nerede kaldı bu kadın? Ya şimdi bir deprem olura ben ne yaparım, ya başım dönerse, ya ayağım kayarsa... Ne yaparım ben ıssızlığımın ortasında? Ne bencil bir insanım ben. Hep ben diyorum. Rabbena, hep bana! Önce can sonra canan, demişler. İnsanoğlu böyledir işte. Bize iyilik yaransaydı koca öküze bıçak olmazdı! Yazık, canı biraz dolaşmak, hava almak istemiştir. Hep sana tutsak yaşayacak değil ya! Vitrinlere bakmayı, alışveriş etmeyi pek sever. Seni seviyorsa gece gündüz kul köle olacak değil ya. Zaten hiç sevmem kullu köleli şarkıları. Neydi o? İstersen kulun olayım, istersen öldür beni/ Başkasını seversen bil ki yaşatmam seni, diye bir şarkı vardı bir zamanlar, bu şarkıyla dans ederleri bir de...”
Onu sevdiğimi belirtmeliyim. “İstediğin kadar gez dolaş. Beni merak etme. İşte ilaçlarım, suyum, kitaplarım, gazetem yanımda. Ben onlarla oyalanırım” demeliyim ama diyemiyorum. Başına bir şey geleceğinden, yapayalnız kalacağımdan korkuyorum. İstiklal Marşımız, “Korkma!” diye başlıyor ama korkuyorum işte, ne yapayım? Öğrencilerime marşımızı hatırlatır, tahtaya kalkmaktan, ya başaramazsam, ya sınavları kazanamazsam diye korkmamalarını, cesur olmaların söylerdim. Atatürk de, “Hakikatleri konuşmaktan korkmayın” dememiş miydi? Hazreti Ali’nin sözüydü galiba: “Cesaretini kaybeden her şeyini kaybeder.” Bütün bunları biliyorum ama gene de korkuyorum. Bu korkuları kim yerleştirdi içimize? Niye Namık Kemal’in “Abdullah Çavuş”u gibi “Kıyamet mi kopar?” diyerek korkularımızın üstüne gitmiyoruz? İnsan yaşlanınca daha çok korkuyor, bilinçaltındaki korkular ortaya çıkıyor demek ki. Korkuları kovduğumuz kadar mutlu olacağız. Bir başarabilsek; kendimize yaptığımız en iyi iyilik bu olacak...
Sadece kendim için korkmuyorum. Karımın başına bir şey geleceğinden de korkuyorum. Ya beni daha fazla bekletmemek için acele eder de, karşıdan gelen arabayı göremezse, hızla giderken ayağı burkulur ya da kırılırsa... Her şey olabilir bu dünyada. Gel de korkma. Bir serseri kurşun seni bulabilir, kapkaççı çantanda çok para olduğunu sanabilir, başına saksı düşebilir, kavga edenlerin arasında kalabilirsin...
Ben kendime bakmaya acizim. Ne yaparım karımın başına bir şey gelirse?
“Kötü şeyler düşünme. Görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler, de. Sabret. Şu anda yapacağın başka bir şey yok zaten” diyorum. Beklemek konulu şarkılar söylemeye çalışıyorum. “Söyleyin yıldızlar, sevgilim nerde/ Beklerim onu ben pencerelerde...”
Karım da benim yolumu gözlerdi. Ne zaman gelecek, penceremin önünden ne zaman geçecek diye beklerdi evlenmeden önce. Evlendik, bu sefer de asker yolu bekledi. Tam bir oh çekecekken sürgün oldum. Sürgünden dönmemi bekledi. İdare mahkemesini kazandım, geri döndüm. Anarşi, terör başladı. Başına bir şey gelmese bari diye bekledi de bekledi...
Ne demişler: Parayla değil bu iş, sırayla. Şimdi de evde ben onu bekliyorum. Dönme umudu varken beklemek güzel, ya öyle olmasaydı? Ne demiş Yahya Kemal; “Sevilmiş ve seven nafile bekler/ Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.” Mehmet Âkif Ersoy da, “Bülbül” şiirinde bülbülün feryat etmesine kızıyor. Çünkü asıl üzülmesi, feryat etmesi gereken kendisidir. Vatan işgal edilmiştir. Şiir şöyle başlıyordu: “Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin/ Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?”
Yanık bir şarkı vardı. Dedem o şarkıyı çok severdi. Şöyleydi galiba: “Beklerim her gün bu sahillerde mahzun böyle ben/ Gün batar, kuşlar döner, dönmez bu yolda beklenen./En nihayet anladım ki yokmuş gelen, hatta bilen...” Beklendiğini bilmemek, boşuna beklemek daha acı. Zeki Müren söylüyordu bir zamanlar: “Bekledim de gelmedin/Sevdiğimi bilmedin...”
Şarkılarla zaman geçiverdi. İşte bu sefer onun ayak sesleri geliyor kulağıma. Ayak seslerini bu kadar umutla, özlemle beklememiştim. Geliyor, o geliyor! Şimdi şu şarkı söylenmez de ne yapılır: “Gel gel aman gelişine, gül gül aman gülüşüne kurban olduğum...”
Geldi, içime su serpildi. Geldi, bahar yeli esti. Geldi, açıverdi gönül bahçemin çiçekleri. “Hoş geldin” diye gülerek karşıladım onu. Geç kaldığı için azarlamadığıma sevindi. Telaşla niye geç kaldığını açıklamaya girişti. “Kendini boşuna yorma. Otur, dinlen biraz. Yorulmuşsundur Vardır muhakkak bir nedeni. Geldin ya. Önemli olan bu” dedim. Elindeki yükleri aldım. Üstünden ağır bir yük kalkmıştı. Eve gelirken niye geç kaldığını nasıl açıklayacağını düşünüyordu herhalde.
Sanki kırk yıllık bir ayrılıktan sonra kavuşmuşuz gibi sarıldım sevgilime, karıma.
“Canım” dedim.
“Canım” dedi.
Sımsıcak bir sevda soluğula türküleşti dünya.