Belki de kimden söz edeceğimi, yazı başlığını okuyunca anladınız da
dudağınızdaki acı gülümseme ondan.
Sultan İbrahim, 5 Kasım 1615’te I. Ahmet Han’la Kösem Mahpeyker Sultan’ın
küçük oğlu olarak, Tersane Saray-ı Hümayun’da Dünyaya geldi!
Daha iki yaşında bir bebekken Babası I. Ahmet’i kaybetti. Şehzade
yetim kaldığında, ne tahtan haberi vardı ne de taçtan.
IV Murat Osmanlı hükümdarı olunca, Revan seferine çıkarken; tahtın selameti
için, önce şehzade Beyazıt’ı ibri(?)şim kemendiyle boğdurdu; sonra
diğer kardeşi şehzade Süleyman’ın boğulması için ferman eyledi.
Kösem’den dünyaya gelen öz kardeşi Kasım’ı da Bağdat seferi
arifesinde boğdurunca, Kösem Sultan’ın, kafes arkasında
sakladığı küçük şehzade İbrahim’in Osmanlı saltanatına
giden yolu açıldı, dikensiz gül bahçesi oluverdi.
İbrahim’in saltanata uzanan çocukluk yılları ve erişkinlik dönemi,
kafeste bir odada, yıllarca cellât bekleme kâbusu içinde geçmişti.
Kolay mı, onca yıl ölüm korkusuyla yaşamak?
Tek bir oda da ve kafeste korku içinde geçirdiği kâbus gibi
yıllar, şehzade İbrahim’in sinirlerini bozmuş; genel
sağlığını da altüst etmişti Şehzade hastaydı.
Geçmeyen baş ve vücut ağrılarına duçar olmuştu.
Osmanlı hanedanlığının gencecik varisi, hem bedenen hem de ruhen
rahatsızdı.
Kader İşte!
Osmanlı hanedanları, Devlet-i Aliye’nin selameti adı altında,
kardeş kardeşi boğazlarken; Anadolu Türk’ü de kendi yazgısıyla
baş başa, Beylerbeyi, eyalet valileri ve de türeyen eşkıyaların
zulmü altında, yaşam savaşı veriyordu.
IV. Murat’ın beklenmeyen ölümü, İbrahim’in daha 25 yaşındayken,
dünyanın en büyük devletinin başına, Padişah olmanın yolunu açtı.
Kendisini tahta davet edenlere: ‘Bana taht-u saltanat gerekmez; karındaşım
sağ olsun’ diye odasından çıkmayan şehzadeyi, annesi kösem;
zar zor dışarı çıkmaya ikna etti. IV. Murat’ın cesedini görmeden
ağabeysinin öldüğüne bir türlü inanmadı.
Murat’ın cesedini gördükten sonra, ikna oldu ve apar topar tahta
çıkarttılar şehzade İbrahim’i.
O günden sonra
Devlette, memlekette sultan İbrahim’indi.
İşte bu saltanat dönemine ait hem koca bir İmparatorluğun 18. Padişahı,
hem de İslam Âleminin 97. Halifesi unvanına sahip Sultanın birkaç icraatını,
özetleyerek Osmanlı Hayranlarına selam göndermek istiyorum.
İsterseniz, ilk önce Cinci Hoca adıyla maruf; Karabaşzade Hüseyin
Efendi’yle söze başlayalım.
Kösem sultan, küçük oğlu İbrahim’i tahta çıkarınca, onun amansız
hasatlığına da derman olacak bir hekim arıyordu.
Sultan İbrahim Hanedanlığın tek umuduydu. Ondan başka padişah
olacak şehzade yoktu. Hanedanlığın zürriyeti yok olmakla yüz yüzeydi.
Safranbolulu üfürükçü Karabaşzade Hüseyin Efendi’nin cinlerle
iletişim kurduğu söylentisi Saraya kadar ulaşmıştı.
Kösem Sultan, Padişah İbrahim’i tedavi etmesi için Cinci
Hocayı saraya davetti. Cinci Hoca davete icabet etti, başında sarığı,
sırtında feracesiyle Saray’ın kapısını çaldı.
Sultan Cinci Hüseyin efendiyi görünce rahatlamıştı. Deyim yerindeyse, ilk
görüşte sevdi cinci sultanı, sultan da cincisini.
Üfürükçü Hüseyin Efendi, Sultan’a okudu, üfledi, baharatlardan;
bitkilerden macunlar yaptı: yalnız ağrısına, sızısına değil; iktidarsızlığına
da çözüm buldu.
Cinci hoca tedaviye başlamadan önce kadınlardan kaçan Sultan; cincinin
tedavisinden sonra, haremdeki kadınlara olan düşkünlüğü arttı, dillere
destan oldu.
Tedavinin başarılı olmasıyla Cinci Hoca, sadece şöhret ve servet
kazanmakla kalmadı! Padişahın emriyle kendine saray da yaptırıldı.
Devlet-i Aliye’nin işlerinde söz sahibi oldu. Hüseyin Efendiye Galata
Kaymakamlığı verildi. Memleketi Safranbolu’da halen otel olarak kullanılan
Cinci hanı yapıldı.
Dahası da var elbette, var da yazacak yerim dar!
Cincinin tedavisinden sonra, Sultan İbrahim; gece demeden gündüz demeden
haremden dışarı çıkmıyordu.
Keşke yalnız kadına düşkün olsa; haremde cariyeden çok ne var?
Aynı zamanda samur kürke, mala ve paraya da
düşkünlüğü arttı. Yalnız bir şey düşünüyor, yalnız
bir şeyden zevk alıyordu.
Samur!
Sivas beylerbeyi
Vardar Ali Paşa’ya ramazanda bir memur gönderdi. Bayram harçlığı olarak
otuz bin kuruş göndermesini ferman buyurdu. İbrahim’in
fermanı yalnız parayla, akçeyle de sınırlı değildi!
Sivas’ta İbşir Paşa’nın güzel bir karısı olduğunu işitmişti, onu da
beraber göndermesini emretti.
Vardar Ali Paşa fermanı alınca şaşkınlık içinde ne yapacağını şaşırmıştı.
Memleketin ayanlarını topladı Sivas’ın yıllık mahsulünü, kendi
zamanına düşen payı hesaplattı.
Ayanların yaptığı hesaba göre istenen parayı göndermesi mümkün
değildi.
Ali Paşa hem üzgün, hem de şaşkın; ‘Bu kadar akçeyi nereden
vereyim? Halkın malını alıp yol mu keseyim’ ayrıca bir Müslüman’ın
nikâhlı karısını nasıl teslim ederim diye cevap verdi.
Sultan İbrahim’in Vardar Ali Paşa’nın bu cevabına karşısında ne
yaptı biliyor musunuz?
Karısını istediği İbşir Paşa’ya emir verdi Vardar Ali Paşa’nın ‘Ya
başı, ya başın’ diyerek başını istedi.!
Zavallı İbşir!
Karısını padişaha teslim etmeyen Sivas beylerbeyi Ali paşanın kellesini
kesti ve Payitahta gönderdi..
Ali Paşa’nın İşbir’e Son sözü ‘Ben ne işledim sana? Senin
avradını Sivas’tan talep ettiler, namusunu koruyup vermediğim için mi seni
bana musallat ettiler’ oldu!
İşte böyle dostlar.
Kaleme aldığım bu tarihi gerçekleri sizde araştırıp, daha
detaylı bilgilere ulaşır, gerçekleri tetkik eder, yazdıklarımdan daha
fazlasını gözlerinizle görebilirsiniz.
Ben sadece hafızanızı tazelemek, istedim. Saltanat sevdalıları ve Allah varken,
kula kul olmak için yanıp tutuşanlara; söylenecek tek şey, Allah
Akıl İhsan etsin!
…/…
Hayal DENİZİ