AĞIZ TADI
Veli Aydınlık, Aydın’ın dağ köylerinden birinde yaşıyordu. Toprakları kurak
ve çorak, kendisi de yoksul olduğu için her ay Aydın iline çalışmaya gider,
orada aylarca kalır, yeterli para kazanmadan gelmezdi. Gene her zamanki gibi
çalışmaya gitmiş, kışın geçinecek kadar para kazandıktan sonra köyüne geri
dönmüştü. Dönmüştü ama bu hiç de kolay olmamıştı. Saatlerce bir kamyonun
kasasında yolculuk yapmış, eğri büğrü yollarda sarsıntıdan içi dışına çıkmış,
kemikleri sızlamıştı. Üstelik kamyoncu onu yol ayrımında bırakmış, oradan
köyüne gelebilmek için, sırtındaki yükle bir saat yürümek zorunda kalmıştı.
Gece yarısı olmuştu. Hırsıza uğursuza çatmamak için hızla yürüyor, bir an önce
evine varmak için can atıyordu.
Köye gelince kimseye görünmemek için ceketinin yakasını kaldırdı, kasketini
öne eğdi. Kimseye laf anlatacak dermanı ve vakti yoktu. Kendini bir an önce
yatağa atmak, yorgunluğunu gidermek istiyordu. Derken zor zahmet evine vardı,
kapıyı çaldı. İçeri girer girmez aceleyle soyunup dökündü. Canının çektiği
sıcacık çorbasını kaşıkladıktan sonra hemen yatağına uzandı. Çok geçmeden horul
horul uyumaya başladı.
Karısı onu çok özlemişti, gelmesini iple çekiyordu. Bir tıkırtı olsa
heyecanla kapıya bakıyordu. Kocası gelmişti ama hayal kırıklığına uğratmıştı
kendisini. Demek ki o, kendisini pek özlememişti. Sorduğu sorulara evet,
hayırdan başka bir yanıt vermiyor, pek yüzüne bakmıyordu. Hele kocası çok
uykusu olduğunu söyleyip kendini yatağa atınca ne yapacağını bilemedi, eli
böğründe kalakaldı. Sıkıntısını dağıtmak için dışarı çıktı, inek sağmaya gitti.
İnek, sütü sağılırken huysuzluk etti. Kadın öfkesini ondan çıkardı, sırtına bir
şaplak indirdi:
“Rahat dur bakayım. Canımı sıkma!” diye bağırdı.
Komşusu merakla başını uzattı, ne olduğunu sordu. Kadın asık suratla
konuştu: “Aydın’dan dayı geldi
Dayı değil, ayı geldi!”
***
Ertesi günü öğleye doğru uyandı Veli Aydınlık. Uykusunu iyice almış,
yorgunluğunu gidermişti. Karısını ortalarda göremeyince bahçeye çıktı, tatlı
bir gerinişten sonra yüzünü yıkadı, kurulandı, “İnsanın kendi evinde olması,
kendi yatağında uyanması başka oluyor canım” diye mırıldandı. “Elin yatağı kuş
tüyünden bile olsa diken gibi batıyor insana. Ekmek parası kazanmak için
gurbete çıkmak zorundayız. Ne yapalım? Bunu da bulamayanlar var.”
Güneş hoş geldin diye parıldıyordu. Çiçekler karşılama töreni yaparcasına
allı yeşilli sıralanmışlardı, ayvalar özlemle sararmışlardı, narların ağzı
kulaklarındaydı. Bahçede çalışan karsına gülerek el salladı, onu yanına
çağırdı:
“Günaydın, hayırlı sabahlar, diye bağırdı. Ne yapıyorsun orada hamarat
hatun! Gel yanıma biraz. Bu ne çalışkanlık böyle?”
Karısı akşamki soğukluğun etkisiyle:
“Ne günaydını bu? Akşam olacak neredeyse” diye somurttu. “Ne yapayım,
çalışıyorum. Çalışmazsak aç kalırız sonra.”
“Sen çalışıyorsun da ben boş mu duruyorum, dedi Veli Aydınlık. Açlık dedin
de aklıma geldi. Ben acıktım yahu! Senin tarhana çorbana hasret kaldım
aylardır.”
Kadın çapayı elinden bıraktı:
“Demek aç olduğun için çağırıyorsun beni yanına. Bana değil de, tarhana
çorbama hasret kaldın öyle mi? Alacağın olsun senin!” diye homurdandı.
Veli dikkatle karısının yüzüne baktı:
“Ne o, yüzünden düşen bin parça. Gözden ırak olunca, gönülden de mi ırak
olduk yoksa?” diye sordu.
“Onu sana sormalı” dedi karısı. “Neydi dün geceki halin?”
Veli Aydınlık içini çekti:
“Sorma, dedi. O kadar yorgundum ki, kimseyi görecek halim yoktu. Ucuz olsun
diye, bizim tarafa gelen bir kamyonla geldim. Kamyoncu daha ileriye gittiğini
söyleyip beni yol ayrımında indirdi. Sırtımdaki yükle bir saat de yaya yürümek
zorunda kaldım. Ayaklarıma kara sular indi. Her tarafım dökülüyordu. Kusura
bakma.”
“Akşam söyleseydi ya bunu. Ben de çalıştığın yerlerde başka birini buldun,
beni beğenmez oldun sanmıştım. Kıskançlıktan uykum kaçtı, sabahı zor ettim.”
“Dediğim gibi, yorgunluktan ağzımı açacak halim yoktu. Gözüm yataktan başka
bir şey görmüyordu” diyerek karısını okşadı Veli. “Hiç öyle şey yapar mıyım
ben? Aşk olsun! Senin yerini kim tutabilir ki. Oradakilerin hepsi boyalı bebek,
senin sadeliğin hiç birinde yok. Gözleri de bizim gibi çulsuzlarda değil,
arabalı, evli, bol paralı beylerde paşalarda.”
Kocasının bu sözleri kadının hoşuna gitti. Sevinçle sofrayı topladı.
“Bulaşıkları şimdi yıkama. Sonra yıkarsın” dedi kocası.
“Niye?”
“İşimiz var seninle.”
“Ne işiymiş bu?”
“Anlarsın ya! Hadi yatağı hazırla. Orada anlatayım sana ne işi olduğunu.”
“Gündüz vakti o iş olur mu, geceyi bekleseydin ya.”
“Bir dakika bile bekleyemem. Seni ne kadar özlediğimi anlayıver gayri.”
Yatağın başına gelince Veli hemen karısına sarıldı.
“Dur, ne yapıyorsun? Daha yatağı hazırlamadım. Hem bir gelen, gören olur.”
“Demek ki sen beni benim seni özlediğim kadar özlememişsin.”
“Hiç öyle şey olur mu? Gece gündüz hep seni düşündüm.”
“Öyle olsa böyle naz etmez, ipe un sermeye kalkmazdın.”
Kocasının bu sözü üzerine kadın direnmeyi, bahane üretmeyi bıraktı. Yatağa
soluk soluğa düşüverdiler. Mercimeği fırına verdiler, samanlığı seyran
ettiler...
Bir süre sonra kadın inek sağmaya gitti. İnek gene huysuzluk etti ama bu
sefer kızmadı ona. Hayvanın budunu okşadı, “Rahat dur bakayım kınalı kızım!”
dedi.
Meraklı komşu , “ Bakıyorum da yüzünde güller açıyor. Ne var, ne oldu?”
diye sordu.
Kadın, ağzı kulaklarında, bülbül gibi şakıdı:
“Aydın’dan kadı geldi
Ağzımın tadı geldi!”