Osmanlılar da dâhil Türk devletlerinin siyasi hayatı incelenirken hep hakanlar, kağanlar, padişahlar ön plandadır. Savaş ve barış kararını hep onlar alırlar. Din âlimleri bu hareketlerin meşru dairede olmasını İslam hukukuna uygun gerçekleşmesini denetlerler.
Batıda ise böyle değildir. Roma’nın Katolikliğin merkez olması ile birlikte İslam dünyasına yönelik bütün saldırıların merkezinde Papalık vardır.
Savaşlar çoğu kez onların çığırtkanlığı ile meydana çıkmıştır.
Bu savaşlara buldukları meşruiyet çizgisi de ilginçtir.
Nitekim Papa VII. Gregorius, kilise ve Papalığı bağımsız bir kurum hâline getirirken tüm dünyaya Hıristiyanlığı yayma fikriyatını “Tanrı Barışı” ve “Haklı Savaş” kavramlarına dayandırmıştır. Bu düşünüş ilk bakışta barıştan yana bir din gibi görünen Hıristiyanlığı bambaşka bir yörüngeye oturtmuştur.
Böylece kilise, siyasi olarak bir gücünün olduğunu, gerektiğinde “Tanrı” adına siyasi hadiselere karışabileceğini hatta yön verebileceğini göstermiştir. Haçlı Seferleri ise kilisenin bu konumunu gösteren en önemli faaliyetleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Nitekim başlangıcından itibaren Haçlı seferlerinin maksadı İslamiyet’i yıkmak Müslümanları yok etmek üzerine kurulu olmuştur. Bu durum seferleri korkunç bir vahşet boyutuna taşımıştır.
Dolayısıyla Haçlı Seferleri sırasında bizzat Haçlı kaynaklarına geçmiş vahşetlerin sayısı ziyadesiyle fazladır. Daha ilk haçlı birlikleri yola çıktıklarında, henüz Avrupa topraklarında olmalarına rağmen, Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesinden dolayı suçlu gördükleri birçok Yahudi’yi kılıçtan geçirdiler. Dahası kendi dinlerine mensup insanlara bile akıl almaz işkenceler uygulamışlardır.
Bizzat seferlere katılan Hıristiyan din adamları tarafından teşvik edilen insan eti yeme çılgınlığı ise Haçlı kaynaklarında en ince detayına kadar yazılıdır. Bunun en çarpıcı misalleri Haçlıların Anadolu topraklarına girmesiyle başlamıştır.
Fransa Enstitüsü üyelerinden Funck Brentano, 1934’te yayınladığı Les Croisades (Haçlılar) isimli eserinde, Haçlı kaynaklarından öğrendiklerini şöyle anlatır:
“İlk Haçlı Seferi’nde Hıristiyan din adamı Pierre l’Ermite komutasındaki öncü birlikleri İznik civarında ele geçirdikleri çocukları pişirmek üzere parçalıyorlar veya kazığa geçirerek ateşte kızartıyorlardı!”
Aynı eserde Fransız Millî Destanı Chanson d’Antioche‘dan şu iktibasları yapmaktadır:
“Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden Haçlılara Hıristiyan din adamı Pierre l’Ermite şu tavsiyede bulunur: Açlığınızın sebebi korkaklığımızdır. Türk cesetlerini toplayın. Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur… Haçlılar dediğini yaparlar. Sur üzerindeki Türkler, bu inanılmaz vahşet karşısında gözyaşı dökerler.”
Yine aynı eser Haçlıların bunu alışkanlık hâline getirdiğini yazar:
“Halep’in Ma’arra kasabasında ölmüş Türk askerlerini doğrayıp etlerini kızartarak yemişlerdir.”
Bununla da yetinmeyen Haçlıların tahammül hududunu aşarak neler yaptıklarını şu satırlarla anlatılmaktadır:
“Açlık öylesine bir hâl almıştı ki, askerler kasaba civarındaki bataklıkta 15 gündür bekleyen Türk cesetlerini büyük bir iştahla yediler. Susuzluklarını giderebilmek için at ve eşeklerin damarlarını kesip kanlarını ve idrarlarını içtiler.”
Papa teyakkuzda Müslüman uyuma!
Görüldüğü üzere asırlardır Müslüman Afrikalıları yamyam diyerek dünyaya tanıtanların evvela dönüp kendi kaynaklarıyla yüzleşmeleri gerekmektedir. Zira Haçlı Seferleri sırasında Anadolu’da, Coğrafi Keşifler ile Amerika’da, Sanayi Devrimi sonrası Afrika’da ve Irak Savaşı sonrasında yapılan katliamlar yazılsa sayfaların yetmeyeceği aşikârdır.
Buna rağmen Papa Francis’in Irak’a gelerek barış ve kardeşlik nutukları çekmesi kimseyi kandırmamalıdır. Zira bu görünüşe aldananları sonunda korkunç bir hüsran beklemektedir.
Nitekim Osmanlı devlet adamları da Tanzimat’la birlikte Avrupa ailesi içerisinde yer alma düşüncesine saplandıktan sonra iflah olmadı. Hep Batı’ya özendi, hep Batı’ya şirin görünmeye çalıştı… Sonuçta koskoca bir imparatorluk elimizden kayıp gitti.
Cumhuriyet döneminde de bu hastalık nüksetti. Türkiye ile Avrupa Birliği’nin ilişkileri Türkiye’nin 31 Temmuz 1959’da Avrupa Ekonomik Topluluğu’na ortaklık başvurusunda bulunmasıyla başladı. AET Bakanlar Konseyi, Türkiye’nin yapmış olduğu başvuruyu kabul ederek üyelik şartları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması imzalanmasını önermiştir. Söz konusu anlaşma 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanmış ve 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
O günden bugüne Türkiye AB kapısında öksüz ve yetim çocuk gibi bekletilmektedir… Neden? O üyelik şartları ne idi ki bugüne kadar beğenilmedi. Her ne söylerlerse baş üstüne diyen liderler az değildi. Üyelik şartlarını Türkiye kadar sağlamayan nice Balkan ülkesi birer ikişer alınırken Türkiye’nin alınmamasındaki sır neydi?
Türkiye’nin artık bunun adını koyması gerekiyor. Aksi hâlde Osmanlı gibi Türkiye Cumhuriyeti için de çanlar çalmaya başlayacaktır. Aslında 15 Temmuz işgal girişimi bunun en bariz göstergesi idi. Öyle anlaşılıyor ki doğru bir şekilde okunamadı.
Bugün aile, tarım ve daha nice konularda dayatılmak istenen hususlar devlet ve millet yapımızı derinden sarsmaktadır.
Bu durum büyük Haçlı savaşlarının Türkiye üzerinde acımasız devamını göstermektedir.
Papa Francis’in Irak’ta kırmızı halılar üzerinde verdiği poz gözleri açmalıdır! Ziyaretinde verdiği mesajlar okunursa gafletin bizi nerelere götüreceği anlaşılacaktır.
Birincisi, Papa, sağlık ve güvenlik zaaflarının had safhada olduğu bir dönemde bütün ikazlara rağmen bölgeye gitti.
Oradaki Hristiyan ahaliye kendisinin 85 yaşında bütün bu zorluklara tahammül gösterdiğini işaretle yerlerinden ayrılmamaları ve bölgeyi terk etmemeleri mesajını verdi.
Papa’nın gayreti bizim din adamlarımıza ve Müslümanlara örnek olmalıdır.
İkincisi, İbrahim aleyhisselamın doğduğu Ur kentine giderek İbrahimî dinlere vurgu yaptı. Bu nokta dinler arası diyalog tuzağı ile Müslümanların din ve imanlarına füzelerini fırlatmaya devam ettiklerini gösterdi.
Üçüncüsü, Erbil’de Irak Kürt yönetimi ile görüşerek Asuri ve Keldanilere daha fazla sahip çıktığını gösterdi.
Dördüncüsü, Necef’te Sistani ile çok samimi bir poz verdi. Afişlerde bu ikilinin resmi “Siz bizden biz de sizden bir parçayız” mesajları dünyaya duyuruldu.
Böylece bir anlamda “bölgede en büyük hasmımız Türkiye” vurgusu yapılmış oluyordu.
Bu noktada Irak Diyanet Başkanı Şeyh Ahmed Hasan et-Taha’nın tavrı dünya Müslümanlarına örnek olmalıdır.
Cumhurbaşkanı Berhan Salihi’nin bütün ısrarlarına rağmen tehlikelere işaret etti ve görüşmeyi reddetti.
Şeyh Ahmed Hasan’ın bu yüce, asil, cesur ve dinini kayıran tavrı eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’i ve onun gibi düşünenleri utandırmış mıdır acaba?
TEFEKKÜR
Sahnede yeni oyunlar
Kaval eski düdük eski
Seyreder, dinler koyunlar
Aldanmaz tefekkür ehli-----------------Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil