DEREBAĞ
O gece gözüme uyku hiç girmedi desem yalan olmaz. Çünkü
Konya’ya şehre gidecektim. Kur’an Kursunda okumaya gidecektim. O yıllarda
ilkokulu bitiren çocukların çoğu yatılı Kur’an Kursuna gönderilirdi. Allah’ını,
Peygamberini, Kitabını öğrensin, imanlı ve güzel ahlaklı bir insan olsun.
Vatanına milletine kutsal değerlerine sahip çıksın diye gönderilirdi.
1986 yılının sıcak yaz mevsimiydi. Köyüm şehre bir hayli
uzaktı. Otobüsle üç saat sürüyordu. Köyüm aslında sevilmeyecek bir köy değildi.
Ancak ot işlemek, ekin işlemek, düven sürmek, saman taşımak, iki üç güne bir
bahçe sulamak, özellikle çobanlık yapmak bana çok zor geliyordu. Belki de
bunlardan kurtulacak olmamın sevinciydi.
Köyüm Toros dağlarının Konya tarafına bakan kısmında Geyik
dağının en uç eteklerinde meşe ormanlarının altında geniş vadi arasında yamaç
bir arazi üzerine kuruludur. Hemen aşağısında bahçeler arasında Göksu ırmağının
kolu olan şırıl şırıl akan bir dere var. Dereden yukarıya doğru bir hayli yokuş
çıkınca mezarlık ve mezarlığın hemen yukarısında katran ormanı bulunur.
Mezarlık ile köy tam karşı karşıyadır.
Dere, köyün altından geçerek kavak ağaçları, söğüt ağaçları
ve yemyeşil bahçeler arasından kıvrıla kıvrıla akıp gider. Dereye de hemen yanı
başında bulunan Konya yolu eşlik eder. Bizimde köye beş km uzaklıkta dere
kenarında ve aynı zamanda Konya yolu üzerinde geniş bir bahçemiz vardı. Yaz mevsiminde
çoğu günlerimiz burada geçerdi. Çünkü üzümünden, eriğinden elmasına,
şeftalisinden kirazına kadar her türlü meyve ağacımız vardı. Hatta ıhlamur
ağacımız bile vardı. Ihlamur ağacı çiçek açtığı zaman kokusu yoldan geçenlere kadar
ulaşırdı. Bu güzel bahçemizin ismi Derebağdı. Bizim köyde dağın taşın toprağın
her mevkinin, her bahçenin bir adı vardı. Babam ömrünün çoğunu bu bahçede
geçirirdi.
O gece uyuyamadığımdan mıdır bilmiyorum sabah çok geç oldu.
Küçük el valizimi aldım, cami önüne heyecanla koşar adımlarla vardım. Otobüse
binip gidecektim. Sevincimden, içim içime sığmıyordu. Ancak bu sevinç çok uzun
sürmedi. Beş kilometre kadar sürdü sevincim. Çünkü otobüs Derebağ’dan geçerken
içimi öyle bir hüzün kapladı ki. Ne olduysa o zaman oldu. Bir hüzündür kapladı
içimi. Hala da çıkmadı o hüzün. Sevincin, hüzne nasıl büründüğünü ben o gün
öğrendim. O gündür bugündür nereden olursa olsun; bir yerden bir yere giderken,
oradan ayrılma anında içimi hep hüzün kaplar. İşte bu hüzün bana o günün
hatırasıdır içimden hiç çıkmayan…
Sevinçli bir şekilde yol alırken Derebağ’ımızı hatırladım
birden. Otobüsün sağ tarafında bahçemizi gören tarafında pencere kenarındaydım.
Köyden ayrılırken son defa bakmak istedim. Vedalaşmak istedim. Tam otobüs
bahçemizin yanından geçerken başımı çevirip baktım. Baktım ama sanki zaman
durdu, saniyeler dakikalar ile yer değiştirdi. Gün olur asra bedel diyen cengiz
Aytmatov’u şimdi daha iyi anlıyorum. Yol boyu bir müddet süren bahçemize, erik,
elma, armut, kiraz ağaçlarına, taşa toprağa hepsine Allah ısmarladık dedim
içimden. Görüşmek üzere, hoşça kalın dedim. Bütün içtenliğimle vedalaştım işte.
Ben veda sözcüklerini içimden söylerken hepsi birden dile geldi.
- Güle güle Mehmet!
- Yolun açık olsun Mehmet!
- Bizi unutma Mehmet!…
Dağ, taş, toprak, bağ, bahçe, ağaç dile gelip insanla
konuşur muydu? Konuşuyordu işte. Benimle vedalaşıyordu. Elveda deyişime cevap
veriyordu. Bahçemizin o sözleri ciğerime bir ok gibi saplandı.
Sabahın erken saatlerinde gelip gün boyu vaktimin geçtiği
Derebağ…
Meyvesini, sebzesini yediğim Derebağ…
Çeşmesinden soğuk suyunu içtiğim Derebağ…
Çocukluğumun çoğu zamanının geçtiği Derabağ…
Elma ağacının gölgesinde çay içip dinlendiğim Derebağ…
Derebağ, benim gidişeme üzülüyordu. Onunla bu derece bir
bağımın olduğunu ancak veda ederken anladım. O gündür bugündür vedalaşma anını
hiç unutamadım. Bağın, bahçenin de bir dili olduğunu bizimle ünsiyet kurup
konuştuğunu o zaman anladım…
Ve o vedalaşmanın hüznünü hala içimde taşırım…
Yazarın
Önceki Yazısı