Rüzgâr ve Yaprak

Fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur.

Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.

Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ; 

Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.

Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir;

Günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir;

Yahya Kemal Beyatlı

Nedendir bilinmez sonbahar geldiğinde insanın içini bir hüzün, bir acı, bir ayrılık hissi kaplar. Öyle değil mi? Mesela ben her güz mevsimine girdiğimde yazdan kalan o neşe, o sevinç yerini hüzne bırakır. Hani sizi bilmem ama ben öyleyim, üstelik bir değil iki değil, her sonbahar bunu yaşarım. Sonbahar, güz mevsimi, hazan mevsimi yani hüzün mevsimi…

İlkbaharla birlikte içimde öyle bir sevinç yaprakları açar ki! Hele bir de yüzümü görseniz. Yüzüm çiçek çiçek açar. Neredeyse arılar çiçek zannedip yüzüme konacaklar… Hele o sımsıcak yaz günleri de geldi mi değmen keyfime… Yaylalar, dereler, meyveler, dallardaki şarkı söyleyen kuşlar, bol güneşli günler… Dünya burası hep günler böyle mi sürecek? Sürmez tabi. İlkbahar varsa bunun birde son baharı olmaz mı? Olur tabi.

Derken yaprakların sararması, havaların serinlemesi, rüzgârların esmesiyle birlikte o sevincin, o neşenin yerini bir hüzündür kaplar. Aha geldi işte sonbahar. Sevgili okur bu sonbahar muhabbeti bitmez. En iyisi ben size hikâyemi anlatayım.

“İyi de niye bu kadar sonbahar muhabbeti yaptın o zaman?” dediğinizi duyar gibiyim. Durun hele acele etmeyin, az sabırlı olun da hemen celallenmeyin. Anlatacağım hikâye sonbaharla ilgili de ondan. Şimdi Akif’in hikâyesini pat diye anlatmaya başlasam olur muydu? Olmazdı tabi. Hah işte şimdi anlaştık.

Akif, bizim yan komşumuzun oğlu. Allah var iyi çocuk. İyi de bir arkadaş. Ser verir sır vermez derler ya işte tam öyle biri. İlkokuldan liseye kadar beraber bitirdik. Şimdi size lisede okurken Akif’le yaşadığım bir olayı anlatacağım. Akif lise ikinci sınıfın yaz tatilinde bir kaza geçirdi. Kaza yayla yolunda oldu. Yayla yolu, toprak küçük çakıl taşlarıyla doludur. Arabanın peşinde ise toz bulutu hiç eksik olmaz. Yolun etrafı ağaçlık, hemen aşağısında da küçük bir dere akar. Dere, şırıl şırıl sesiyle yoldan geçenlere yoldaşlık eder. Ancak çok pis dönemeçleri vardır yayla yolunun. İşte kaza da o dönemeçlerin birinde oldu. Yılan gibi kıvrılarak akıp giden yolda dönemece hızlı girince olan oluyor…

Yayla deyip geçmeyelim hemen. Bizim Torosların yaylası bir başkadır. Tabi bütün yaylalar güzeldir bunda şüphe yok. Şimdi burada yaylaları yarıştıracak değiliz. Yayla deyince o buz gibi şırıl şırıl akan suları, ardıç ağaçları, katran ormanları, kekik kokulu dağları, tertemiz mis gibi serin havası, kuzuları oğlakları aklıma gelir. Hele birde çiçekleri yok mu?  Çiğdemi, sümbülü, nergisi, çiğirdiği, lalesi, hasret çiçeği, o eşşis kokusuyla akçırahanı unutulur mu? Şimdi söylerken bile burnuma koktu desem yalan olmaz. Bakın şimdi, aklınıza en çok sevdiğiniz bir çiçeğin o güzel kokusunu getirin. Getirdiniz mi? O kukuyu burnunuzda hissettiniz mi? İşte akçırağan varya şimdiye kadar en çok beğendiğiniz o kokunun en az iki katı daha güzeldir. O kadar etkileyici hoş ve eşşiz bir kokusu var anlayacağınız. Ayrıca çok küçük ve kısa boylu bir çiçektir. Yerden üç ila beş santim uzunluğunda ince bir gövdesi, beyaza çalan rengi, buğday başağı gibi en tepesinde kat kat, sık ve küçük çiçekleri vardır. Yayla deyince daha çok bu çiçek aklıma düşer. Sizde bilin istedim bu çiçeği. Belki bir bahar Toros dağlarına yolunuz düşer de bana hak verirsiniz. Hatta “Aaaa ben bu çiçekleri hatırladım okuduğum bir hikâyede geçmişti. Hakikaten yazarın dediği gibiymiş. Hatta kokusunun güzelliğini az bile anlatmış” dersiniz. Bunların mor olanına bizim oralarda çiğirdik denir. Latince adı “Muscari Neglectum”dur. Anadoluda dağ lalesi olarak da bilinir. Çiğirdik biraz daha uzun ve çiçek uçlarında hafif bir beyazlık olsa da genel rengi mordur. Çiğirdik pekçok yerde yetişir ancak akçırahan sadece yüksek ve karlı dağların eteklerinde, eriyen karların sulak tarafında yetişir. Çok nadir yerlerde yetişir anlayacağınız.

Bizim köyümüzde bahar oldu mu çoğu kimse yaylaya göçer. Akifgil de her yıl yaylaya göçerler. Akif de bende yaylayı çok severiz. Okullar tatil olsa da yaylaya gitsek diye iple çekeriz. İşte tatil başlar başlamaz Akif de babasına yaylaya gidelim diye tutturur. Ertesi gün yola çıkarlar. Yolda bu kaza olur. Yolun durumuna göre aşırı hızla giderken o pis ve keskin dönemeci alamayınca yoldan çıkıp dereye uçarlar. Allah korumuş hepsini. O arabadan nasıl sağ çıktıkları ise bir mucize. Allaha binlerce şükürler olsun. Kaza bu olur ancak biraz dikkatli olmak lazım tabi. İşte bizim Akif’in ayağı kırıldı bu kazada. Yaz boyu köyde evde kaldı. Okullar açıldı Akif’in bacağı hala tam iyileşmedi. Doktordan rapor aldı okula geç başlayacak artık.

Her gün olmasa da iki güne bir Akif’in yanına uğrardım. Akif’in bu sırada en çok sevdiği şey, her gün evin balkonuna çıkması ve saatlerce etrafı seyretmesiydi. Akif okula döneceği günü büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu.

Kazadan sonra Akif’in eski neşesi sevinci pek kalmadı. E tabi kolay değil. Oradan oraya koşup yürüyen yerinde hiç durmayan ayakları pranga vurulmuş gibi hareketsiz kaldı. Üstelik birde hapsedilmiş gibi eve mahkûm olunca ister istemez eski tadı da kalmadı Akif’in.

Akifgil iki katlı bahçeli müstakil bir evde otuyordu. Evin bahçesinde her türlü meyve ağaçları vardı. Elmasından tutun da armudu, eriği, kayısısı, şeftalisi, üzümü, cevizine varana kadar pek  çok meyve ağaçları vardı. Tabi Akif’in babası Hacı Mehmet Efendi çok emek vermiş bu bahçenin meydana gelmesine. Bu meyvelerden konu komşu misafir hepsinin nasiplenmişliği vardır. Hatta kuşlar, börtü böcekler bile nasibini almıştır. Hacı Mehmet Efendi bir cuma günü hutbede imam efendiden duyduğu bir söz üzerine bahçeye önem vermiş.  Köyün imamı Hz. Peygamber efendimize ait bir sözü anlatmış o günkü hutbede. Bir müslüman bir ağaç diker veya ekin eker de ondan bir insan veya kurt-kuş yerse, bu o müslüman için sadaka olur.” Bunu duyan Hacı Mehmet Efendi evinin bahçesini bir güzel meyve ağaçlarıyla doldurmuş. İyi ki de doldurmuş. Zira bende çok nasiplendim bu meyvelerden.

Bahçedeki bu meyve ağaçları onların yeşil yaprakları, dallarındaki meyveleri, birde kuşların cıvıltıları yaz boyunca Akif’in sıkıntılarına, onun daralan gönlüne deva oldular. Akif gündüzleri balkondan bahçeyi seyreder dururdu. Bahçeye bakması bile ona huzur verirdi. Taze taze meyvelerin lezzetleri ise bedenine…

Bir gün İkindi sonrası Akif balkona çıkmış etrafı seyretmeye koyuldu. Bahçedeki ağaçların yapraklarının sararması dikkatini çekti. Ortaya çıkan renk cümbüşü hakikaten görülmeye değerdi. Akif sarıya, yeşile, kahverengiye bürünen yaprakları seyre daldı… Derken konuşma sesleriyle irkildi. Sesler bahçeden geliyordu. Bahçeye doğru uzanarak baktıysa da kimseyi göremedi. İyice kulak kesildi seslere. Evet evet bunlar konuşma sesleriydi. Ayağındaki kırıklık henüz iyileşmemişti ama kulağı iyiydi. Merakla seslere dikkat kesildi. Sesler ağaçların arasından geliyordu:

-        Ne oluyor bize?

-        Yüzlerimiz sapsarı kesildi.

-        Bizi bu dalımızdan kim ayırıyor?

-        Yaşayıp gidiyorduk şunun şurasında…

-        Hey rüzgâr bizden ne istiyorsun?

Akif çok şaşırdı. Çünkü konuşan yapraklardı. Yapraklar konuşur muydu? İşte konuşuyordu karşısında. Ve büyük bir merakla bir o kadar da şaşkınlıkla dinleyeme başladı sessizce.

-        Hey rüzgâr bırak yakamızı lütfen! Sana yalvarıyoruz, acı bize… Ağacı, dalı, güneşi, kuşları, seviyoruz biz. Bütün bu sevdiklerimizden ayırma bizi! Gölgemizde insanları böcekleri serinletiyoruz. Havaya oksijen vererek havayı temizliyoruz.

Rüzgârda konuşmaya başladı:

-        Her zamanki gibi esiyorum size zarar verme amacım yok. Sadece bu mevsimde esmeyi daha çok seviyorum o kadar. Bende insanları serinletiyorum. Estiğim zaman çiçeklerin kokularını yayarım etrafa… Hele bir de benim rüzgârımla çiçeklerin, dalların dans ettiğini görmez misiniz?

-        Ama bizi dalımızdan koparıyorsun sonrada önünde savurup yere fırlatıyorsun… Dalımıza tutunamazsak yaşayamayız. Senin rüzgârına karşı gücümüz yetmez oldu. Sakinleşsen durulsan olmaz mı? Yorulmadın mı esmekten? Sen hiç soluklanmaz mısın?

-        Hayır, beni suçlamayın. Hem sizin renginiz sararmış. Hâlbuki siz yemyeşildiniz ne olduysa size bir şeyler olmuş. Sararıp solmuş güçsüz düşmüşsünüz… Ağaçlarınız dallarınız galiba sizi yeteri kadar besleyemiyor… Hem ben rüzgârım esmeyip ne yapacağım? Köksüz, bir yere tutunamayan, hafif olan şeyleri önüme katıp savurmaktır benim görevim…

-        Evet, sararıp soluyoruz gittikçe, dalımıza tutunamıyoruz eskisi gibi… Sen estiğinde oyunlar oynardık.  Dans edip şarkılar söylerdik ama şimdi… Dalımıza tutunamaz olduk. Galiba sen haklısın rüzgâr kardeş, ayrılık vakti geldi demek ki.

-        Elveda ağaç… Elveda güneş… Elveda sular… Elveda kuşlar…

-        Elveda hayat.

-        Sana da elveda Akif!

Akif birden kendine geldi. Nasıl olur? Akif uyku ile uyanıklık arasında bir rüyaya mı dalmıştı? Hayır, duyduğu sesler rüyada olamazdı. Akif aynı yerinde duruyordu. Sesleri de oturduğu yerden burada, bahçeden duymuştu.

Yaprakları, rüzgârı, sonbaharı düşündü Akif. Konuşmaları düşündü. Sonra derin bir hüzne büründü…

Kısa bir süre önce yaz günlerinde gökyüzünde güneşe yeşil yeşil bakan yapraklar şimdi güneşin rengine bürünüp sararıp solmuşlar… Şimdi onlar üzülmesin de kim üzülsün? Bu kısa ömründe suya, güneşe, kuşlara doyamadan giden yapraklar ağlamasında kim ağlasın? Hem dalından kopup ölüme doğru savrulup giden sarı yaprak; dalından hiç düşmeyen, kış ve yaz yeşil kalan o iğne yaprakları görünce ne hisseder?

İnsan da yaprak misali bir gün sararıp solup dünya dalından kopup gidecek...

Belki de sonbahar bu yüzden insana ölümü hatırlatır.

Belki de insanların sonbaharda hüzne bürünmesi bundandır.

Belki de hazan mevsimi oluşu bu yüzdendir…

Akif’i hiç görmediğim kadar şaşkın, düşünceli, hüzünlü ve sessiz gördüm o gün ve o günden sonra…

                                                                    Fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur.

                                                                   Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.

22 Eylül 2017



( Rüzgar Ve Yaprak başlıklı yazı DüşTerzisi tarafından 30.11.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu