Hayaller
Tükenmeden…
Aksaray’ın Göksu
sokağından geçerken 12 numaralı küçük bir bahçeli evin sokağa bakan ikinci
katındaki pencereye ne zaman baksanız bir insan silueti görürsünüz. Bu pencere,
evliliğinin 3. senesinde hasta felçli çocuğuyla yapayalnız kalan hayatın bütün
yükünü omuzlarında taşıyan Hatice annenin evinin penceresi. Bu siluet de henüz
çok küçük iken geçirdiği ağır ve yüksek ateşli bir hastalık yüzünden felç olan 35
yaşındaki Bilal’in silueti. Pencere önü çiçeği gibi tekerlekli sandalyesinin
üzerinde saatlerce hareketsiz sokağa bakan bir siluet… Hemen sağ tarafında karyola
üzerine oturmuş gözlükleri aşağı doğru sarkmış elinde bir kitap olan Bilal’in
annesi.
Ah Hatice anne
ah! Ne zaman baksanız acı çekmiş bir yüz görürsünüz. Her tarafı hüzne boyanmış
bir yüz. Bir buçuk yaşında iken felç olan oğlunun acısına yanarken, birde
kocası evi terk edip gidince bütün ağır yükler bütün acılar, genç ve güzel Hatice’nin
omuzlarına binmişti. O genç yaşta hem anne, hem baba, hem hasta bakıcı hem de evin
reisi olmuştu. Kocasının evini niçin terk ettiğini merak etmişsinizdir şimdi. Kısaca
anlatayım da merakınız gitsin. Şimdi bunlar yeni evliyken Avrupa yollarına
düşmüş Şammaz. Orada uzun süreli kalabilmek için kendisinden 16 yaş büyük
yabancı bir kadınla evlenmiş. Beş-altı ay kadar Türkiye’deki eşine para
göndermiş. Daha sonra para göndermez olmuş hatta bir daha haber gelmez olmuş.
Ne aramış ne sormuş. Türkiye’deki eşi Hatice hanımı ve hasta olan oğlu Bilal’i
kendi kaderlerine terk edip gitmiş. Bu kadar vicdansızlık merhametsizlik olur
mu diyeceksiniz. Oluyor işte gördüğünüz gibi. İnsanoğlu bu, çiğ süt emmiştir
neticede. Ancak başkalarının acısı üzerine mutluluk bina edilebilir mi?
Edilemez tabi. Ben böyle bilir böyle söylerim, siz ne dersiniz orasını bilmem. Ne
demişler “men dakka dükka.” Yani eden bulur. Şammaz’da hak ettiğini elbet
bulacaktır. Biz Hatice annemize dönelim.
Artık Hatice
anneyi hayata bağlayan şey felçlide olsa dünyalar güzeli biricik oğlu Bilal’i
olmuştu. Nice mutluluk hayalleriyle kurulan yuva sanki cehenneme dönmüştü.
Oğlunun dermansız hastalığına mı yansın? Genç yaşında terk edilip yapayalnız
kalışına mı?
Bilal’e tutundu
annesi, her gün onunla ilgilendi. Onun eli ayağı oldu. Bilal felçliydi belden
aşağısı tutmuyordu. Elini çok az kullanabiliyordu. Ancak başını gözünü
oynatabiliyordu. Annesi ona kitaplar okuyordu. Alt kattan aldığı kira parasıyla
geçimini sağladılar. Biri birlerine hem yoldaş, hem arkadaş oldular. Annesi
Bilal’i her sabah kahvaltıdan sonra pencerenin önüne oturtur. Kendi de ya kitap
okur ya da örgü örerdi.
Bilal
annesinden dinlediği kitaplar ile dış dünyayı insanları hayatı tanıdı. Hatice anne
evine televizyon almadı hiçbir zaman. Bilal de kitapların dünyasını çok
sevmişti zaten. Bilal’in dünyası dışarıdan bakıldığında küçücüktü: Annesi,
kitaplar, radyo, tekerlekli sandalyesi ve pencereden ibaretti. İçerden
bakıldığında ise; bir hayatta anne ve kitap varsa, o hayat kocamandı.
Bilal hep
pencere önünden bakardı hayata. Pencere deyip geçmeyelim. Bu pencere Bilal için
hayata açılan bir pencereydi. Çok az dışarıya çıkma imkânı bulmuştu önceleri. İyice
büyüyünce ağırlaşınca annesi çıkaramaz oldu. Bu yüzden çocukluğunu, gençliğini
hep bu pencere önünde sokağa bakarak, sokaktaki hayatı izleyerek geçirdi.
Çoğu zaman
pencereden dışarıya bakarken hayallere dalar giderdi. Komiser olduğunu
suçluları, çeteleri, bütün kötüleri yakaladığını hayal ederdi. Belindeki silahı
ile dünyadaki bütün kötülüklere zalimlere karşı mücadele edecek güçlü kahraman
bir polis olduğunu düşünürdü. Annesi kendisine bazen “Komiser Bilal” diye
seslenir, oda duyduğu bu sözden büyük bir keyif alırdı. Sokaktan geçen herkesi
tanırdı. Bir yabancı geçse hemen bilirdi. Hele birde polis gördüğünde kalbi küt
küt atar heyecanlanırdı. Bilal’i heyecanlandıran başka bir şey daha vardı. O da
karşıdaki boş arsada çocukların oynadığı oyunlardı.
O oyunları hiç oynayamasa da izleyerek öğrendi
hepsini. Neredeyse bilmediği oyun yoktu. İyi bir gözlemciydi çünkü. Çocuklar
oyun oynarlarken oda zevk alırdı seyretmekten…
Bilal’in son
günlerde eski neşesi kalmadı. Allah var sabırlı, anlayışlı bilinçliydi. Kendi
durumunun bir imtihan olduğunu bildiği için hiç isyan etmedi Allah’a… Hep dua
etti, sabretti, zikretti, sahip olduklarına şükretti…
Anneside artık
yaşlanmıştı. Bütün bu yaşadıkları erkenden belini bükmüştü… Kolay değil tabii. Yüzündeki
kırışıklıklar daha da yaşlı gösteriyordu. Zaten gözü her zaman yaşlıydı.
Bir sabah Bilal
annesine uzun uzun bakmaya başladı. Sanki uzak diyarlara gidecekmişçesine, veda
eder gibi bakıyordu. Annesinin dikkatini çekti bu bakışları.
- Oğluuuum,
Bilal’iiim nasılsın bugün?
- Allah’a
Hamdolsun anneciğim. Yalnız pek keyfim yok bugün. İçimde bir tuhaf bir his var
sanki…
- Yok yok oğlum
iyisin iyi…
Bilal konuyu
değiştirmek, hem de uzun zamandır dikkatini çektiği bir konuyu açarak annesine
sordu:
- Anneciğim
artık çocuklar dışarıda oynamaz oldular. Şimdiki çocuklar neden dışarıda
oynamıyorlar?
- Ne desem
bilmiyorum ki Bilal’im
- Dışarıya
çıkmaz oldular nice zamandır. Hayır, çıksalar bile oynanacak oyunları bilmezler
ki… Oynarken görmedim ne zamandır…
- Haklısın
bilmiyorlar oğlum. Bende göremez oldum dışarıda oynayan çocukları artık.
- Ne güzel
oyunlar vardı anne… Çelik çomak, misket, topaç çevirme, saklambaç, yakar top,
birdirbir, uzuneşek, mendil kapmaca…
- Evet evet
hepsi vardı. Benim küçüklüğümde de oynardık. Şimdi, değil oynayan adını bile
bilen kalmadı.
- Evet anne kalmadı…
Dışarıda oyun oynayan çocuk kalmadı. Galiba para versen bile oyun oynamaya
çıkmazlar.
- Çıkmazlaaar,
çıkmazlaaar… Görebildiğim kadarıyla oğlum, şimdiki çocuklar ve gençler daha çok
evde, kafe dedikleri yerlerde vakitlerini harcıyorlar. Bilgisayar, tablet, cep
telefonu, internetle oynuyorlar. Renkli ekranlardan başlarını kaldıramıyorlar…
- Ah anneciğim!
Bir kalkabilseydim, bir yürüyebilseydim… Eski oyunların hepsini öğretirdim
onlara ben. Dışarıda oynamanın, yürümenin, koşmanın, güneşe çıkmanın, ağaçların
kıymetini de bilmiyorlar ki… Şimdiki çocukların ruhlarını ekranlar emiyor
adeta…
Bilal’in bu
sözleri annesini hüzünlendirdi.
- Bu dünyada
gün yüzü göremedin be Bilal’im. Allah sana cennette versin inşallah.
- İnşallah
anneciğim inşallah…
Bilal başını
eğdi. Bir süre sessizliğe gömüldü. Bir ara içinden bir şeyler mırıldandı.
Annesi
- Kulaklarım
duymaz oldu artık. Anlayamadım oğlum. Ne dedin biraz önce? Hele bir daha söyle!
Bilal’den ses
çıkmadı… Bilal kuş olup uzaklara uçmuştu sanki…
- Oğlum ses
versene ne oldu? Dalıp gittin mi? Uyudun mu yoksa?
Öbür dünyaya
uçmuştu Bilal…
O an ölüm hiç aklına
gelmemişti Hatice annenin. Düşünmesi bile ona ağır gelir dayanamazdı çünkü.
Hatice anne elindeki kitabı bırakıp ayağa kalktı. İyice yanına yaklaştı. Yüzüne baktı, cansız donuk bakışlarına anlam veremedi önce, sonra başını okşayarak dokunmak istedi. Elini anne şefkatiyle uzattı. Başını okşayarak hafifçe dokundu. Bilal’in başı geriye doğru kayar kaymaz, yürekleri dağlayan bir feryat yükseldi Hatice anneden…
Yazarın
Önceki Yazısı