
“
Çark döner, Mızrak kırılır, Bir deli havalanır !..”
***
Şu fâni dünyada çok şey gördüm…
Buğday taneleri, merdane milleri, değirmen taşları, bozuk çarklar, dünyanın ekmeğini yese doymayacak kadar aç gözlü olanlar, bir avuç una dünya kadar sevinenler, daima bir telaş içindekiler, kapı önüne bağlanmış huysuz yük katırları ve yük altında kızaran yüzlere rağmen ardımdaki geniş kırda beni selamlayan rengârenk kır çiçekleri…Ama ben renklerden sadece beyazı severim; beyaz temizdir ve bir damlacık siyah düşse hemencecik görebilirsiniz içinde…
Ve toprak, taş ve
tahtadan ibaretim.
Fakat hasatta ırgatın
emeğini çalan efendiler, yahut ambardan gizlice çaldıklarından yaptıkları ekmekleri
rahatça yiyebilen uşaklar gibi de taş
yürekli değilim!
Ne savaş bilirim, ne de
düşmanlık…Ne için inşaa edildiğimi bilirim taştan da olsam.
Varlık sebebim bellidir; Buğday unundaki ekmek umuduyum ben .
Çocukları görünce ayrı bir açılır
kollarım. Sıcak yaz günlerinde onları kollarımın gölgeleriyle oynatmaya
bayılırım. Daha doğrusu bayılırız, rüzgarla ben yani.
*
Kapımın önünde dolaşan tok güvercinlerin
birbirine kur yapmalarını izlemek en eğlendiğim şeydir mesela; ya da karınca
katarlarının; -ki bence benim kadar kuvvetlidirler- taneleri sıra sıra
yuvalarına götürmelerini hayranlıkla izlerim.
Hatta, tüm ışıklarım
kapanıp, kapılarım kilitlendiğinde gizlice girdiklerini anlamadığımı zanneden hırsız
farelerin, olup bitenden haberim olmadığını düşünmelerine de için için gülerim.
Daha doğrusu gülerdim; Tâ ki, her
hatırladığımda ömrümün sonuna dek güleceğim
olayın olduğu o güne kadar…
Bu arada tahmin etmiş olmalısınız fakat yine
de kendimi tanıtayım;
Ben rüzgarın çevirdiği, ve buğdayı un etmekten
başka bir işi olmayan zavallı bir yel değirmeniyim; ve anlatacağım hikayede, dünyanın
bütün değirmenleri dile gelecek olsa, muhtemeldir ki en komik hadisenin sadece benim başıma gelmiş
olabileceği o günü anlatacağım size…
*
O gün hava çok güzeldi, ve yine rüzgarın
keyfi yerindeydi. Kollarım bütün kuvveti ve heybetiyle dönüyor, dönüyor, içime
atılan tüm taneleri un ediyor ve keyifle gıcırdayarak kendi kendime eğleniyordum
…Bunu anlamanız güç fakat size bunun hazzını şöylece anlatabilirim;
Mesela avcunuza biraz toprak koyduklarını ve siz
avcunuzu kapatıp açtığınızda toprağın ipeğe dönüştüğünü ve avcunuzda hafifliğiyle,
rengiyle, dokusuyla ipeği hissettiğinizi
hayal edin … Muhteşem değil mi?
Evet ne diyordum; o gün hava gerçekten güzel ve ben yine keyifle un ediyordum sert
taneleri…
Şayet un öğütmek kadar sevdiğim bir şey daha
varsa o da rüzgarın getirdiği taze pişmiş ekmek kokusudur.
Düşünsenize; rüzgâr bir ev
ahalisinin şükranlarını ve öğüttüğüm tanelerin selamlarını getiriyor bana;
Hey Hat! ne haz, ne haz!!!
*
İşte bu güzel duygular içinde rüzgârın
ıslıklarına kanat gıcırtılarımla karşılık veriyor, yine mutlu ve yaratıcıma müteşekkir
bir ânı yaşıyordum ki;
uzaktan önce bir silüeti görmüş; yaklaştıkça da o silüeti tanımlamaya
çalışırken uğultulu nâralarını işitmiştim.
Bu muhtemelen şarap fıçısına düşüp kafayı bulmuş bir köylü
olmalıydı, değirmenciye çuvalları karıştırdığını iddia ederek çatacak yahut öğüttürmediği
buğdayın ununu soracaktı. Nadiren de olsa şahit olduğum şeylerdi bunlar.
Gittikçe yaklaşıyorlardı, bir adam bir
at…hayır hayır, iki eşek bir adam…
Kanatlarım mani oluyor derken
evet yaklaştıkça daha iyi görebiliyordum artık; evet iki adam , bir eşek, bir
at!
Fakat, aman Allah’ım, o da ne!
Ölü atların yürüyebildiğini bilmiyordum doğrusu ya da bu denli kemik yığını bir
atın zırhını kuşanmış bir şövalyeyi taşıyabildiğine şahit olmamıştım ömrümce…
Gerçi afedersiniz şövalye
dersem de ata haksızlık etmiş olacağım.
Zira başında miğfer
yerine aliminyum tencere, kalkan yerine bir sini ve eline oğlan çocuklarının savaş oyunlarında bile daha
sahicilerinin olduğu bir değneğe alelacele tunç bir kadehi ters çevirip geçirmiş gibi
görünen mızrağıyla bana doğru geliyor, bağırıyor, haykırıyordu..!
Söylediklerinin tek
kelimesini anlamamıştım başta fakat anlaşılır tek kelimeyi tık nefes bir halde
(ki bence o yükü çektiğine göre bu hal
eşeğin hakkıydı) göbeği ileride, kafası geride o garip uşak görünümlü adam söylüyordu;
“Efendim durun, yapmayın,
o değil !”
Üzerime olanca hızıyla geliyordu
ve yakınlaştıkça o tımarhane kaçkınının da söylediklerini anlayabiliyordum
artık;
“Ey uğursuz dev, işte sonun geldi !!!”
Hayır yanılmıyordum
kesinlikle bana diyordu bunu.
İyi de neden?
Ben sadece bir değirmenim. Hem devler efsane değil miydi, bayım siz beni birine
mi benzettiniz der gibi kollarımı çevirdim gıcırtıyla, daha da hiddetlendi.
Aynı dili konuşsaydık anlayacaktı belki fakat anlamıyordu, anlamayacaktı…
Bekledim…Rüzgâr farketti ve kanatlarımı
öyle bir hızlandırdı ki , hani temelim toprakta olmasa bir miktar havalanabilirdim
belki.
Ne güzel de olurdu hani, romanlar
bunu da yazardı; “Uçan yel
değirmeni! “
*
O Şövalyemsi adam gittikçe yaklaşıyor aynı şeyleri
tekrar ederken de;
“Kes
Sesini Sancho, bana engel olmaya kalkma” diyordu yanındakine.
Zaten istese de engel olamayacak
kadar geride kalmış; bindiği zavallı eşeğin yerine soluk soluğa kalmıştı Sancho
ve
kalan nefesiyle son kez;
“Ef..efendim, o sa-de-ce yel değ-ir-me-ni” diyebilmişti.
Şövalye, (yahut uyuz at
sırtında duran leylek hayal edin) üzerime üzerime geliyor, elindeki
mızrağı kollarım gibi döndüre döndüre çeviriyor ve bir yandan artık iyice anlaşılır
şekilde haykırıyordu;
“Bu yel değirmeni
değil Sanchooo, bu bir dev!!!Kocaman, ölümcül, ve nicelerinin başını yemiş
alçak bir dev buuu!
Fakat artık sonun geldi
adi dev, hakkından -ben geleceğim ben- Yani Kahraman Don Kişot !!! ”
…
Artık mesafe bir kaç mızrak boyuydu ve bana hızla
yaklaşıyordu, benimse her zaman yaptığım gibi altına rüzgarı alarak kanatlarımı çevirmekten başka yaptığım, yapabileceğim ve yapmak
isteyebileceğim bir şey yoktu; çeviriyordum olanca hızıyla!
Ve işte o an;
Sanki zaman durmuş ya
da sahne; tekneden taşan cıvık bir hamur gibi
ağır ağır akıyor; her anı, her saniyeyi, her yüz ifadesini çarklarıma,
kanatlarıma ve taşlarıma dek kazıyacağım kadar keskin bir anı olarak
işleniyordu adeta…
Bön Kişo…pardon Don Kişot
Mızrağı üzerime doğrulttu ve dönmekte olan kolumun birine mızrağı takılınca;
mızrağı tutan kollarının peşinden o heybetsiz bedeni havalandı ve adeta püsküllü
kraliyet flaması gibi dalgalanıyorken bir anda olgun bir armutcasına yere
yapıştı…Tencere bir yana, Son Kişot bir yana…
Yüzündeki donuk ifadeden,
uçmakla çakılmak arasında ne geçtiğine dair en ufak bir fikri olmadığı, burun
ucuna sabitlenip kalan gözlerinden de
bunu beklemediği gayet açık biçimde anlaşılıyordu; bu haliyle kral
soytarılarının bile katıla katıla gülecekleri bir durumdaydı…
Ben, Kişot’un
kemiklerinin kırılmadan kalkabildiğine sevineceğini sanıyordum ki şu sözleriyle vaziyeti daha da gülünç duruma getirmişti;
“Sancho,
gördün mü? Büyücü devleri hiddetimden ve haşmetimden korumak için yel
değirmenine çevirdi!? “
***
Evet işte bu olağan dışı hatıraya hatırladıkça
henüz olmuş gibi gülerim…Fakat itiraf ediyorum; tüm ışıklar kapandığında ve
kapılar kilitlendiğinde bu anı hatırlayıp üzülmedim de diyemem. Dedim ya taştan
topraktan yapılmış olabilirim ancak taş
kalpli değilim.
Son Kişot “Delilik ve hayalperestlik”
arasındaki ipince sınır çizgisinde
yürürken düştüğü yerde bir ütopya kurmuş ve burada beni hayali bir
düşman olarak görmüştü, ve bu esasında dehşetli bir trajediydi.
O
gün ne yenilen Bön Kişot’tu, ne yenen
bendim.
Ne
o şövalyeydi, Ne de ben devdim.
O
gün aslında, “hayal ve gerçek” çatışmıştı.
*
Hayal
kurmak güzeldir, fakat mutlak olmayan bazı
gerçekler kişilerin algılarına, inançlarına, ve sanrılarına göre şekillendiklerinde,
hayal “yıkılan” değil “yıkıcı” hale
gelebilir ne yazık ki…
Ve
işte tam burada gerçeklerle sanrıların savaşı başlar.
Acaba’ların,
ama’ların, çünkü’lerin meydan savaşıdır bu ve yanılgıyı( ya da yenilgi) tam o
savaşın ortasında silahsız kalınca anlar insanlar;Ve şövalyeler asla uçmazlar!