Sami Bey’in sanırım maksat muhabbet olsun kavlinden gelişigüzel yazdığı, kimisi havada kalan kimisi ise tarihi gerçekliklerle örtüşmeyen, belgelere dayanmayan ve tarafsız tarih anlatımına uymadığını düşündüğüm bu tarihi vakıalar üzerine yazı kaleme almayı uzun zamandır istediğim fakat ertelediğim bir çalışma idi.

Öncelikle yazıda bir ya da iki cümleyle değinilip arkasından imalar yada tarafgirlik içerisinde sonuçlar çıkarılan söylemlerin her biri hakkında; ayrıntılı uzun çalışmalar yapıldığı, saygın dergilerde konular üzerine makaleler yazıldığı yada lisans,  lisansüstü ve doktora tezleri hazırlandığını belirtmemiz gerekir. Fakat Sami Hocanın yazılarını kaleme alırken iddia ettiği, anlattığı, bir takım Tarihsel olayları ve yaklaşımları bu çalışmalardan bihaber yazdığını göstermemiz gerekir. Yazının detayına girelim.

“1853  Yılında  Rusya'nın  Osmanlı  Devletine  saldırması  üzerine  kendi  çıkarlarını  tehlikede  gören  İngiltere,  İngiltere'nin  tasmasız köpeği  Fransa  ve İtalyan  Birliğini  kurma  çabası  içinde  olan Piyemento,  Osmanlı  Devletine  yardıma koştular  ve kısaca  Kırım  Savaşı dediğimiz savaştan  1856  Yılında  Osmanlı  Devleti zaferle  çıkmış  oldu.” Diyor Sami Bey.

Oysaki, Rusya’nın Osmanlı Devletine saldırması ve İngilizlerin Osmanlıya destek vermesi sadece İngiliz ve Fransız çıkarları ile açıklanamayacak kadar girift ve çok boyutludur. Osmanlı ve İngilizlerin kurduğu ittifak başlangıçta Osmanlının oluşması için yoğun uğraşlar verdiği bir ittifak olmuş, İngiltere ise Rusya’nın Osmanlıya açtığı savaşın aslında kendisine açıldığını erken okumuş ve Rus planları bozulmuştur. Olayın seyrine bakalım.

 

1853 Kırım Savaşı

Kırım Savaşı başlamadan önce Osmanlı ile İran arasındaki gerginlikler iyi analiz edilmelidir. İki devlet arasında eskiye dayalı husumete neden olan pek çok konu devam etmekte idi. 1849 yılından beri sürdürülen sınır tespiti ile ilgili yapılan müzakereler sonuçlandırılamamıştı. Osmanlı yönetimi, İran ile yaşadığı sorunların yanında, Rusya ile diplomatik krizin savaşa doğru giden vaziyetini tahmin ettiğinden doğuda Erzurum, Kars, Bayezid, Hakkâri, Bağdat gibi yerlerde tedbir alma yoluna gidiyordu. [1]

İngiltere, XIX. yüzyılın ikinci yarısında sanayileşme ve sömürgecilikte elde ettiği bu büyük güçle, Ortadoğu’daki ticaretten en büyük payı alıyor İskenderun ve Beyrut üzerinden Halep-Şam-Bağdat ticaretine neredeyse tek başına hâkim oluyordu. Mısır üzerinden Hindistan ile olan bağlantısı; yeni kervan yolu ile Erzurum-Tahran ticaretinde de etkili idi. Bu nedenlerle İngiliz politikasının hedefi bu menfaatlerini koruyarak sürdürebilmeyi amaçlıyordu. [2]

Aslında daha Kırım Savaşı başlamadan önce muhtemel Osmanlı-Rus çarpışmasının iki cephesi vardı. Batıda Tuna cephesi, doğuda ise Kafkasya’dan başlayıp güneye doğru inen ikinci bir cephe ki bu Osmanlı’nın doğu sınırlarını oluşturmaktadır.  Savaşın ilk zamanlarında Osmanlı, Rusya karşısında zor durumdayken ve Batı’dan destek umarken, birden İran’dan gelen bilgiler İran’ın da savaşın içine çekileceği kaygısını doğurmuştur.

Tahran’daki Osmanlı elçisi Ahmet Vefik Efendi, 1853 sonbaharında gönderdiği raporunda; o sıralar İran ile Rusya arasındaki yoğun diplomatik temasların bir ittifak anlaşmasına doğru gittiğini belirtmekteydi. [3]

 Aynı zaman zarfında Osmanlı’nın Bağdat Valisi ve Irak-Hicaz Ordusu Komutanı Mehmet Reşit Paşa da, Ahmet Vefik Efendi’nin gönderdiği bilgilere benzer şekilde İran’ın durumu ve Osmanlı’ya yönelik İran’daki tutuma ilişkin önemli ayrıntılara yer vermişti.

Mehmet Reşit Paşa, İran’a diplomatik anlamda bir uyarı yapılsa bile bunun pek caydırıcı olmayacağını, İran’a karşı ancak İngiliz gücünün ve tehdidinin netice vereceğini belirtmişti. Bağdat Valisinin, Bağdat’ta bulunan İngiliz Konsolosunun kendisine ifade ettiği bilgilere göre, İngiltere’nin Hint sahillerinde bulunan askeri kuvvetlerinden lüzumlu miktarda askeri, Basra Körfezi karşısındaki Acem sahillerine getirmesi halinde, İran’ın bundan ürkeceği ve Rusya yanında yer almayıp, Osmanlı’ya karşı sınır boylarında bir harekete girişemeyeceği öngörüsünü dile getiriyordu.

1854 senesi Şubat ayında Ahmet Vefik Efendi Tahran’dan gönderdiği yazısında, İran-Rus yakınlaşmasına bağlı olarak Aralık ayından itibaren İran’ın, Osmanlı sınırı üzerinde askeri yığınaklar yapmaya başladığını vurgulamaktadır.

1853 yılı Eylülünde, İran’ı ikna etme ve bir ittifak antlaşması oluşturma maksadıyla özel yetkilerle Rus elçisi Dolgoruki’nin Tahran’a gittiği haberi alınmıştı.  Dolgoruki’nin temaslarıyla Rus planı hayata geçirilebilirse, İran, Kırım Savaşı’nda Rusya yanında Osmanlı’ya karşı harbe girecek iki cephede Osmanlı askerleri yenilgiye uğratılabilecekti.  Bu cepheler Erzurum ve Doğu Bayezid cephesi ile Bağdat cephesiydi. Gerekli hallerde bu cephelerden harekete geçecek olan İran askeri; Bağdat, Kerbela, Necef, Kotur, Doğu Bayezid ve Erzurum’a saldırıp buraları işgal edecekti.

Üstelik bunun karşılığında Rusya, 1828 yılında İran’ı ağır bir tazminat ödemeye mahkûm ettiği şarttan da vaz geçecekti.

Rus Çarı I. Nikola, açıkça Nasıreddin Şah’a bu ittifaka yanaşmazsa, İran üzerine asker sevk edip Tebriz’i işgal edeceği tehdidinde de bulunuyordu. Bütün bu tehdit ve vaatler İran Şahı’nı korkutarak ittifaka sıcak bakmasına zemin hazırlamıştı.

Neticede Şah’ın emri ile 1853 yılı Eylül sonunda Rusya ve İran arasında ittifak antlaşması imzalandı. İran’ın antlaşmaya sadık kalması halinde Rusya’ya olan elli bin tümenlik borcu silinecekti.

Devreye giren Osmanlı ve İngiliz diplomatları, İran Sadrazamının da desteğiyle Şah’ı bu girişiminden vazgeçirmeye çalıştı.

Dünya siyasetindeki güç dengesinin ne olduğunun farkında olan İran Sadrazamı, Rusya ile böyle bir ittifak kurmanın sonucunun başta İngiltere olmak üzere Fransa gibi Batılı devletleri karşısına almak olduğunu idrak etmişti. İngiltere Büyükelçisi Thomson’nın, İran’ın zaafının para ve askeri konular olduğunu, batılı devletlerden yardım alma amacı taşıdığını bildiğinden, ona göre bir söylem geliştirmesi ittifakı önlemişti. Thomson, İran’a benzer vaatlerde bulunarak bu yardımların İngiltere tarafından yapılacağı sözünü verip İran’ı, Rusya’dan uzaklaştırmayı başarmıştı.

Bununla birlikte Thomson bir çeşit tehdit kabilinden İran’ın Rusya ile kurduğu ittifakı devam ettirmesi halinde, İngiltere’nin, Hindistan taraflarındaki deniz gücüne ait birkaç savaş gemisini Basra Körfezi’ne göndereceğini kesin bir üslupla vurgulamıştır. Bu açıklamalardan ise en çok Osmanlı Devleti memnun olmuştur.

Bu gelişmeler sonrasında İran Sadrazamı Mirza Ağa Han Nuri, iyi bir siyasi manevra ve ılımlı bir diplomatik dille harekete geçmiştir. Kendisi 23 Kasım 1853 tarihinde Tahran’daki Osmanlı Sefiri Ahmet Vefik Efendi’ye verdiği mektubunda, İran’ın, Rusya ile ittifak kurması durumunu kesin bir dille reddetmiş, bunu kötü niyetli kişilerin uydurması olarak gösterip, Kırım Savaşı müddetinde İran’ın Osmanlı’ya yönelik düşmanca bir tutum takınmayacağının teminatını vermiştir. Bu bağlamda Rusya ise İran üzerindeki baskı ve tehditlerini had safhaya vardırmıştır.

Rus-İran ittifakı ve Kırım Savaşı’nda İran’ı yanına almak isteyen Rusya’ya karşı bu senaryoyu boşa çıkaran güç İngiltere olmuştur.

İlber Ortaylı’nın ifadesiyle” İmparatorluğun en uzun yüzyılı” olan 19. yüzyılın ilk yarısında İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü esas aldıkları siyasetleri Şark meselesi olarak tabir edilmiştir. Fakat aynı zamanda Osmanlı Devleti sınırları içerisinde pozitivist anlayışa göre dizayn etmek istedikleri Avrupa modern hukuku da etkin hale getirilmek istenmiştir.

İşte Kırım savaşı da Osmanlı açısından İngiltere ve Fransa’nın yönlendirmelerine göre şekillenirken, bu iki devletle kurulan ittifakın mahiyeti de Şark Meselesinin birinci safhasını oluşturan Osmanlı toprak bütünlüğünün savunulması gayesine dayalıdır.

Vaziyet bu merkezde iken, birden Rusya’nın savaşın coğrafyasını genişletme ve kendince hem Osmanlı’yı zora sokma hem de İngiltere’ye mesaj verme adına İran’ı da işin içine çekmesinin neticesini, en iyi kavrayan devlet yine İngiltere olmuştur. İngiltere, Rus-İran ittifakının yansımasının Asya ve Hindistan boyutu olduğunu bildiğinden bu ittifak hadisesinin tamamen kendisine yönelik bir hamle olduğunu da fark etmiştir. Bu durumda ilerleyen safhalarda savaşın aynı zamanda İngiltere’ye de açılan bir savaşa dönüşeceğinden dolayı İngiltere Osmanlının doğal müttefiki haline gelmiştir.

Kırım Savaşı’nda İran’ın Rusya ile ittifakının engellenmiş olması, Osmanlı ve İngiltere açısından bir başarıdır.

Buradan hareketle Kırım Savaşı, Rus İran ittifakına karşılık İngiltere’nin ve Fransa’nın kendi çıkarlarını tehlikede görmesinden ziyade Osmanlı Devleti ile ortak çıkarlarının oluşması üzerine birlikte bir ittifak kurmaları zorunluluğunu doğurmuştur. Bu sebeple “İngiltere,  İngiltere'nin  tasmasız köpeği  Fransa  ve İtalyan  Birliğini  kurma  çabası  içinde  olan Piyemento,  Osmanlı  Devletine  yardıma koştular. “ ifadesi olayların gelişimi açısından yüzeysel bir bakış açısıdır.

Gelelim bir sonraki cümleye ve içinde barındırdığı hatalara:

Sayın Sami Hocam diyorlar ki; “ Sonra bunlar 1856'da  Paris'te  bir  anlaşma yapıp  '' Osmanlı Devleti bir  Avrupa  Devletidir.  Toprak bütünlüğü de Avrupalı Devletlerin garantisi altındadır.''  Dediler. Yani  bugün  hâlâ  giremediğimiz  Avrupa  Birliğine 1856'da  girdik.”

“Evet,  Avrupa  Birliğine  girdik  ama  Avrupa'nın  bizden  istedikleri  vardı.  Bugün  nasıl  ki  ''  Avrupa Birliğine mi girmek istiyorsunuz?  O  halde kokoreç,  işkembe,   ciğer,  şırdan  yemeyecek, paça  çorbası  içmeyeceksiniz.'' Diyorlarsa o  gün  de bizden  başta  eğitim olmak  üzere bir  çok alanda özellikle  azınlıklar  lehine  ıslahat  yapmamızı  istiyorlardı. “

“Osmanlı  Devleti  bu  şerefsizlerin  iğfal  etmedikleri  atın  önüne  ot  koymadığını  bildiği  için  onlar  demeden  Islahat  Fermanı  adı  verdiği  bir  ferman  yayınlamıştı.”

Bakalım durum böyle mi?

19. yüzyıl pozitivist hukuk anlayışında kendiliğinden uluslararası topluma üyelik söz konusu değildir. Devletlerin uluslararası üyelikleri o birliğin koyduğu asgarî şartlar olan uygarlık eşiğini (standard of civilization) geçmelerine bağlıdır.

19. yüzyıl Avrupa’sında kültürel gelişimlerine göre insan toplulukları, ana hatlarıyla, uygarlar, barbarlar ve vahşiler olarak ayrılmaktaydı. Ve bu sınıflandırma ise Avrupalı uluslararası hukukçularca benimsenmekteydi. Avrupalı düşünürler arasında hızla yayılan uygarlık fikri, “barbar” veya “yarı uygar” toplumların belirli Avrupalı değerleri benimseyerek ulaşabilecekleri, “vahşi” toplumlarınsa ulaşamayacakları gelişmiş toplumsal örgütlenmeyi işaret ediyordu.[4]

Avrupalı Ulusların dışında kalan Osmanlı, İran, Çin ve Rusya gibi devletler, yarı uygar devletler olarak sayılmıştır. Bu devletlerin Avrupalı Ulusların içerisine dâhil olabilmeleri için uygarlık eşiği olarak kabul edilen şartları yerine getirmeleri gerekmektedir. Oysaki Osmanlı Devleti tarihin hiçbir döneminde istenen şartları özümseyerek uygulamaya geçememişti. Buna karşılık Avrupalı Devletler ise içlerine almadıkları bu devletleri bir takım haklardan mahrum bırakmışlar, adeta sömürgeleştirilmeye müstahak topraklar olarak görmüşlerdi. Uygarlık eşiği kavramını ise sömürgeciliğin kılıfı olarak istedikleri gibi hoyratça kullanmışlardı. Fakat Osmanlının Hukuksal düzenlemelerdeki isteksizliği ise bu sömürgeleştirmeye zemin hazırlamıştı. ( Özellikle II. Abdülhamit döneminde)

Peki, bu Uygarlık eşiği dedikleri temel kriterler neydi; yaşam, mülkiyet ve insan onuruna saygı gibi temel haklarla özellikle yabancıların seyahat, ticaret ve inanç özgürlüğünün güvence altına alınması, verimli yürüyen devlet düzeneği ve siyasî bürokrasinin teşekkül ettirilmesiydi. 30 Mart Paris Barış Antlaşmasını imzalamadan yaklaşık bir buçuk ay önce; 18 Şubat 1856 tarihinde ıslahat fermanını ilan eden Osmanlı, dayak, işkence ve angaryayı rüşvet ve adam kayırmayı kaldırdığını, kanun önünde eşitliğin, vergiler konusunda eşitliğin, toplumun ve şahsın tasarruf hukuklarına saygının getirildiğini duyuruyordu. İfade etmek gerekir ki bu ilan aynı zamanda bahse konu olan mevzuların kabulü anlamını taşıyordu. Mahkemelerde şahitlik konusunda eşitliğin olmadığı, mülklere devlet tarafından müsadere ( el koyma) edilebildiği; mahkemelerde yargılamaların açık olmadığı ve ilanların yayımlanmadığı, hapishane usul ve nizamlarının insanlık kaidelerine uygun olmadığı kabul edilmiş oluyordu. Karma ticaret, ceza ve cinayet davaları için karma mahkemeler kurulacağı duyuruluyordu.

Oysaki ‘Uygar’ devlet tanımında savaş hukuku da dâhil olmak üzere genel kabul görmüş uluslararası hukuk gözetiliyordu. Ayrıca yabancı veya vatandaş ayrımı gözetmeksizin yetki alanındaki herkesin hukuken adalete ulaşımını güvence altına alacak ulusal mahkemeler ve basılı hukukî metinler (kanunlar) kamu düzenini sağlamalıydı. Fakat Devlet-i Âli’nin önünde; olması gerekenlerle çelişen şer-i ve örfi hukuk duruyordu. Hepsinden önemlisi 19. Yüzyıl imkânları merkezi otoriteyi güçlendirme fırsatları sunuyordu ve Osmanlı padişahları ise otoritelerini daha da güçlendirebilecek buharlı makinelerin ve telgraf gibi imkânların önlerine serdikleri otoriter yönetim fırsatlarının cazibesine sırt dönmek istemiyorlardı. Osmanlıda Hükümdarların göstermelik diye düşünerek ilan ettikleri Ferman ve Kanunnameler devletin uluslararası sisteme karşı sorumluluklarını yerine getirmesine yetmiyor çünkü uygulamalarda çıkarılan kararların hakkıyla uygulanabildiği çoğu zaman görülemiyordu. Bu kapsamda örneğin; çok eşlilik ve kölelik gibi uygulamalar toplum tarafından devam ettirildiği halde Avrupa tarafından uygarlık dışı, kabul edilemez görülüyordu.

1856 Martında imzalanan Paris Antlaşması, dikkate değer siyasî sonuçlarının yanında uluslararası hukuk tarihi açısından da bir tartışmaya kapı aralamıştı. Tartışmanın kaynağında Paris Antlaşması’nın 7. maddesiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa kamu hukukuyla ilişkisi yatmaktaydı.

Anlaşmanın 7. Maddesi;

“[Âkit taraflar] Bâbıâli’nin49 Avrupa kamu hukukunun ve [Avrupa] Ahengi’nin faydalarına hissedar olmaya dâhil edildiğini ilân ederler ve adı geçen hükümdarların her biri Osmanlı İmparatorluğu’nun ülke bütünlüğüne ve bağımsızlığına riayet etmeyi ayrı ayrı taahhüt eder ve işbu taahhütlerin sıkı şekilde gözetilmesine müştereken kefil olurlar; dolayısıyla söz konusu durumu ihlal edecek herhangi bir harekete kamu menfaatine dokunur bir mesele nazarıyla bakılacaktır.”

Heffter, kitabının 1866 baskısında Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalı Devletlerarasına dâhil edildiğini kabul etmiştir. 19. yüzyılın etkili hukukçularından Bluntschli “Her ne kadar yüzyıllardır Osmanlı’yla antlaşmalar yapılagelmişse de, ancak 1856 Paris Kongresi’nde Osmanlı Avrupa uluslar topluluğuna kabul edilmiştir ve bu durum aynı zamanda uluslararası hukukun evrensel karakterinin tanınmasına hizmet etmektedir” yazarak bu tarihten itibaren uluslararası hukukun sınırlarının Hristiyanlık sınırlarıyla bir olmadığını ifade etmiştir. Yine İngiliz hukukçu Twiss 1884’te yayımlanan kitabında Paris Antlaşması’nın 7. maddesini alıntılayarak Osmanlı’nın ilgili antlaşmaya taraf olarak kendini Avrupa uluslararası hukukuyla bağladığının düşünülebileceğini yazmıştır. Bir diğer İngiliz hukukçu Hall, aynı yıl yayımlanan kitabında, Osmanlı’nın hariç tutulduğu hukukun içine Paris Antlaşması’yla alındığını belirtmiştir. [5]

Osmanlı’nın Avrupalı Devletler ailesine kabul edildiği ve hatta bu suretle Hristiyan toplulukların pozitif hukukunu oluşturan hukuksal normlara da bağlandığı 19. yüzyıl baskılı kitaplarda ifade edilmiş olsa da bu Osmanlının yaptığı ıslahat ve Tanzimat faaliyetlerinin sonuç alınıp alınmadığının bilinemediği bir zaman diliminde ortaya konulmuş fikirlerdir. Antlaşma ileri safhalardaki tarihi gelişmeler çerçevesinde değerlendirildiğinde söz konusu antlaşma hükmünün tanıma olarak görülemeyeceği, Osmanlı’nın ancak bölgesel güç dengesini sürdürebilmek maksadıyla Avrupa Ahenginin faydalarına yine antlaşmalar ekseninde dâhil edildiği sonucuna varılmaktadır.

Osmanlı’nın üyeliğine Avrupa; güç dengesini muhafaza etmek adına Rusya’nın yayılmacı politikalarına karşı geliştirilmiş geçici bir durum gözüyle bakmaktadır.

Gayrimüslimlerle ilişkileri düzenleyen klasik İslam devletler hukuku kurallarının Osmanlı uygulamasında esnetilmesi veya değiştirilmesiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’da geçerli teamül hukukunu benimsediği kısmen de olsa söylenebilmektedir. İmparatorluk çok taraflı müzakereler yapmış, gayrimüslimlerle ittifaklar kurmuş ve nihayet fiillerinin meşruiyetini kanıtlamak için Avrupa’da benimsendiği şekliyle uluslararası hukuk kavramlarını ve terimlerini kullanmıştır. Ortak teamüller ve antlaşma ilişkileri gözetildiğinde, Paris Antlaşması’nın, Osmanlı’nın Avrupa uluslararası hukukuna katılımında önemli bir aşama olarak değerlendirilebileceği fakat bu ilişkinin Avrupalı Devletlerarasına dâhil edildiğinin başlangıcı olarak düşünülmesinin hatalı olacağı sonucuna varılmaktadır.[6]

Nitekim Şam Olaylarında Paris Antlaşmasını imzalayan tarafların tutumu bunun en güzel örneğini göstermektedir. Şam Olaylarında, aslen, Lübnan’daki Dürzî nüfusla Hristiyan Marunî nüfus arasında başlayan çatışmalar, Şam’a sıçrayarak Müslüman ve Hristiyan nüfus çatışmasına dönmüş ve her iki hadisede on binin üzerinde Hristiyan hayatını kaybetmiştir.

Osmanlı yetkililerinin olayları yatıştırmada gecikmesi sonucu, başını Fransa’nın çektiği Avrupa devletlerinin baskılarıyla bölgeye asker çıkarılmasına razı olunmuştur. 1861’de Büyük Britanya, Fransa, Prusya, Avusturya, İtalya, Rusya ve Osmanlı temsilcilerinden müteşekkil konferansın hazırladığı Cebel-i Lübnan Nizamnamesi çıkarılmıştır. Hristiyan nüfusu korumayı amaçlayan Avrupa müdahalesi sonucunda, özerk yönetimleri azaltıp merkezî otoriteyi güçlendirmeye çalışan Osmanlı, yeni bir özerk bölge olarak Lübnan Mutasarrıflığı’nın tesisine rıza göstermek durumunda kalmıştır.

Paris Antlaşması’nın üzerinden henüz beş yıl geçmişken anlaşmayı imzalayan taraflar Osmanlı ülkesine, devlet yönetimine ve devlet teşkilatına Osmanlının ıslahat fermanında yayımladıkları maddelere uymakta gevşek davranmasından dolayı müdahale etmiştir. İkinci örnekse Girit’in Osmanlı yönetiminden çıkarılmasıdır. Paris Antlaşması sonrasında önceleri Osmanlı yanında tavır sergileyen Antlaşmayı yapan Büyük Güçler, yüzyılın sonlarına doğru tutumlarını değiştirmiştir.

Osmanlı, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nı kazanmasına rağmen antlaşmaya taraf Büyük Güçlerin müdahalesiyle, Girit, önce özerk bölge yapılmış, ardından tüm Osmanlı askerî varlığı adadan uzaklaştırılarak fiilen Osmanlı yönetiminden çıkarılmıştır. Burada sadece ana hatlarıyla konu edilen bu müdahaleler için söz konusu yüzyılda Avrupalı hukukçular pek çok tartışma yürütmüş ve meşrulaştırıcı hukukî neden olarak insancıl müdahale kavramını ileri sürmüşlerdir.[7]

Şam Olaylarının yanı sıra, yüzyılın başlarındaki Rum İsyanı ve yüzyılın ikinci yarısında Girit’in bağımsızlaşması sürecindeki müdahaleler, insancıl müdahalenin ilk örnekleri olarak ifade edilmektedir.

Paris Antlaşması’ndan sonra Osmanlı’nın uygarlık eşiği kapsamında zikredilen şartları eksiksiz yerine getirmediğinden bahisle üyeliğin sağladığı menfaatlerden faydalanamadığı düşünülebilir. Dolayısıyla 1878 Berlin Kongresi’nde Ayestefanos Antlaşması’nın şartlarının yumuşatılmasında Avrupa Ahenginin Osmanlı lehine devreye girmesi ve diplomatik protokole dair kimi iyileştirmeler şeklinde sayılan sınırlı faydalar, kısmî üyelik ihtimaliyle açıklanabilecektir.

Dönemin etkili Osmanlı devlet adamlarından Hasan Fehmi Paşa, devletler hukukuna ilişkin ilk özgün kitaplardan biri olarak sayılan eserinde, Paris Antlaşması’na atıf yaparak kapitülasyonların devletlerin eşitliği ve egemenliği gibi temel uluslararası hukuk normlarıyla çeliştiğini dile getirerek derhal kaldırılması gerektiğini belirtmiştir.

Kapitülasyonların kaldırılmaması hususunu incelerken, W. Edward Hall, 1856 antlaşmasıyla birlikte Osmanlı ülkesindeki ayrıcalıkların ortadan kalkmasının gerektiğini belirtmektedir. Ardından Osmanlı hukukunun inananlar ve inanmayanlar arasında eşitliği reddeden dinî karakteri ve Osmanlı bürokrasisinin ileri derecede yolsuzluğa düşmüş yapısının yabancıların yeterince âdil muameleye tâbi tutulacağına dair güvence veremediği gerekçesiyle kapitülasyonların kaldırılmamasını meşrulaştırmaktadır.  

Görüleceği üzere önce temel haklara, ardından devlet yapılanmasına dair eleştiriler yapılmıştır. Uygarlık eşiği tanımlanırken belirtildiği gibi, bu hususlar, devletin uluslar ailesine kabulü açısından asgarî gereklilikler olarak sayılmaktadır. Paris Antlaşması’nın zikredilen 9. maddesinde, Islahat Fermanı gibi iç hukuka dair bir metne açıkça atıf yapılması, antlaşmanın ortaya çıkışında Fermanın gözetildiğine işaret etmektedir.

Yine Tanzimat Fermanı’nda mülkiyet ve miras hakkını koruma amaçlı müsadere yasağı benimsenmiştir. Islahat Fermanı’yla teyit edilen şeref ve haysiyet dokunulmazlığı, mülkiyet hakkı, müsadere yasağı gibi haklar uygarlık eşiği kıstaslarından sayılan “uygar devletlerde yaşam, mülkiyet ve insan onuruna saygı gibi temel haklar korunur” ifadesiyle birebir örtüşmektedir.

Öte yandan, Tanzimat Fermanı’yla getirilen idam cezalarının ancak mahkeme kararıyla tatbik edilebileceği, yürürlüğe konulacak yeni kanunların duyurulması, kanunların üstünlüğünün ve kanun önünde eşitliğin benimsenmesi gibi hususlar, Avrupalılarca benimsenen ve istenen şekliyle yani yazılı kurallara dayalı hukuk düzeni kurmak maksadıyla örtüşmektedir.

Islahat Fermanı, sayılan hak ve düzenlemeleri güçlendirerek özellikle gayrimüslim tebaanın koruma alanını genişletmektedir. Din veya mezhep değiştirmeye kimsenin zorlanamayacağı, yargı reformu yapılarak, hapishanelerin ıslahı ve işkence gibi muamelelerin cezalandırılacağının bildirilmesi, Osmanlı ülkesindeki ekonomik ve fiziksel altyapının güçlendirilmesi için devlet bürokrasisinin ıslahını içeren idarî hükümler aslında devletin ne halde olduğunun bir göstergesi niteliğindedir.

Âlî Paşa, 7. maddeyi ileri sürerek kapitülasyonların kaldırılmasını talep edince, birtakım reformlar gerçekleştirilmedikçe bu “özel hakların” devamının zorunlu olduğu kendisine bildirilmiştir.

Nitekim, tüm çabalara rağmen “kapitülasyonların gözden geçirilmesi için barış sağlandıktan sonra Osmanlı Hükümeti’yle görüşüleceği” vaadiyle konu belirsiz bir tarihe ertelenmiştir. Âlî Paşa, Paris Kongresi’ne ilişkin hatıralarında, Osmanlı’nın Avrupalı devletler tarafından Avrupa’ya kabulünün ne kadar süreceğine yönelik endişesini belirterek Avrupa politikasında söz sahibi olmaya devam edilmesi isteniyorsa ıslahatın devamının şart olduğunu yazmaktadır.

Bütün bunlardan hareketle Osmanlı’ya özel bir statü tanındığı ve ancak ıslahatın devamıyla konumunu koruyabileceği tespiti yapılmakta ve aksi hâlde “ihraç edileceğinin hissettirildiği” ifade edilmektedir.

Şimdi bu bilgiler ışığında Sami Hocamın tespitini tekrar yazalım:  “Evet,  Avrupa  Birliğine  girdik  ama  Avrupa'nın  bizden  istedikleri  vardı.  Bugün  nasıl  ki  ''  Avrupa Birliğine mi girmek istiyorsunuz?  O  halde kokoreç,  işkembe,   ciğer,  şırdan  yemeyecek, paça  çorbası  içmeyeceksiniz.'' Diyorlarsa o  gün  de bizden  başta  eğitim olmak  üzere bir  çok alanda özellikle  azınlıklar  lehine  ıslahat  yapmamızı  istiyorlardı. “

“Osmanlı Devleti bu şerefsizlerin iğfal etmedikleri atın önüne ot koymadığını bildiği için onlar demeden Islahat Fermanı adı verdiği bir ferman yayınlamıştı.”

Bu gün nasıl ki Avrupa birliğine girmek bir kokoreç meselesi kadar kolay değilse o dönemde de “iğfal etmedikleri atın önüne ot koymama kadar basit bir mesele değildi. Osmanlıdan bir seçim yapması isteniyordu yüzyıllardır dokunmadıkları şer-i ve örf-i hukuk ile modern çağdaş hukuk arasında bir seçim.

Ali Suavi konusunu ise bir sonraki yazıya bırakalım. Ali Suavi’ye İngiliz ajanı iddialarından, sarıklı ihtilalci iddialarına kadar birçok ithamda bulunulmuştu fakat ilk defa terörist tanımlamasını Sami Hocam yapmış ve pilavın çok su götüreceğini sanmış fakat pilav lapa olmuş.



[1] Hasan Şahin, “Kırım Harbi Esnasında Osmanlı-İran Münasebetleri”, Osmanlı, Cilt II, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s. 114.

[2] Ali İhsan Gencer, “Tanzimat Fermanı’ndan (1839) 1876’ya Kadar Osmanlı İmparatorluğu”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C XI, İstanbul 1989, s. 459. )

[3] Başbakanlık Osmanlı Arşivi Genel Müdürlüğü, Osmanlı Belgelerinde Kırım Savaşı (1853-1856), Yayın No 84, Ankara 2006, s. 79.

[4] 1856 Paris Andlaşması temelinde Uluslararası Hukuk ve Osmanlı İmparatorluğu ilişkisine Avrupalıların gözüyle bir bakış, Habip ÜNYILMAZ

[5] 1856 Paris Antlaşması temelinde Uluslararası Hukuk ve Osmanlı İmparatorluğu ilişkisine Avrupalıların gözüyle bir bakış, Habip ÜNYILMAZ

[6] 1856 Paris Antlaşması temelinde Uluslararası Hukuk ve Osmanlı İmparatorluğu ilişkisine Avrupalıların gözüyle bir bakış, Habip ÜNYILMAZ

[7] 1856 Paris Antlaşması temelinde Uluslararası Hukuk ve Osmanlı İmparatorluğu ilişkisine Avrupalıların gözüyle bir bakış, Habip ÜNYILMAZ

 

( Sami Biberoğullarının Bu Pilav Çok Su Kaldırır Yazısında Bulunan Tarihi Vakalar Üzerine Eleştiri başlıklı yazı SönmezKORKMAZ tarafından 16.03.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu