Bir türkü var. Her dinleyişimde beni yürekten yakan:
" Erzincan'a girdim, ne güzel bağlar
Erzurum'a vardım dumanlı dağlar
Elleri koynunda bir gelin ağlar
Oy anam anam, nasıl dayanam"
Âşıklar köyünün yanındaki dik yokuşu aşınca görürsünüz Topayın'ın bağlarını. O bağları hep merak ederim. Çubuğundan koparıp yediğim parmak üzümlerinin, bugün hiç bulamadığım siyah üzümün tadı hep damağımdadır. Dumanlı dağları yoksa da tepelerini düşünürüm. Ceviz, badem ağaçlarını, ağzına kadar su ile dolu havuzları, okulun yanından başlayıp Yukarı Topayın'a doğru uzanan bahçeyi, Çelebilerin bahçesini düşünürüm. O bahçede yaz boyu ter döküp "Biz adak geldik." diyerek bedava, karın tokluğuna çalışan insanları, kızları, gelinleri düşünürüm.
Tam kırk sekiz yıl geçti o köyde yaşadıklarımın üzerinden. Siz olsanız yaşadıklarınızın ne kadarını hatırlarsınız? Bazen "Ey zaman!" derim "sen ne kadar acımasızsın. Senin hep akıp gitmeni, bir an önce bitmeni isteyen 'Akşam olsa, sabah olsa, şu vakit gelse...' diye hep sabırsızlanan insana yaşadıklarının en tatlılarını bile unutturursun." İşte ben de o köyde yaşadıklarımın çoğunu, tanıdıklarımın çoğunu unuttum. Ablak suratlı, utangaç bir çocukken kır saçlı, yaşı altmışa dayanmış, eh biraz da göbekli bir adam yaptı bizi geçip giden zaman. Aklımda kalanlar da sanki bir sis perdesinin altında.
Ağabeyimin öğretmen olarak ilk görev yeriydi Topayın. Benim köyüm, Sadık köyü ile üç saatlik yaya yürüyüş mesafesindeydi. Köy okulu taştan kayma, iki küçük sınıfla bitişiğinde küçücük bir öğretmen lojmanından oluşmuştu. O yaz düğünü olan ağabeyim ilk günlerde yengemi kendi köyümüzde bırakmıştı. İkimiz gitmiştik köye. Yengem gelince de ben yine onların yanında kalmıştım. Bu büyüklerimizin kararıydı. Biz çocuklara laf da düşmezdi, fikrimiz de sorulmazdı. Ben ilkokul beşinci sınıfı ağabeyimin yanında okurken ağabeyimin kaynı, arkadaşım Mehmet Deveci de benimle birlikte onların yanında kaldı. İkinci yıl, ilkokulu bitirdiğim halde, ekonomik zorluklar yüzünden ortaokula gidemedim, yine ağabeyimin ve yengemin yanında beşinci sınıfı tekrarladım.
Davetler ilk günlerde başlamıştı hemen. Bu hoşgönüllü insanların, yoksul da olsalar sofra hazırlayışlarına, neredeyse yoktan var edişlerine hayran olurdum. Sofralarında da kendi yaptıkları şarapları, rakıları eksik olmazdı.
Bunları anlatırken iki aileyi anmadan edemeyeceğim.
Ali Dayı!..Ali Dayı!..Şişmanca bir adam. O zamanlar altmış yaşın üzerinde. Onun okulun yanındaki evini düşündükçe hep Fakir Baykurt'un "Yılanların Öcü" adlı romanındaki Kara Bayram'ın evi gelir aklıma. Bir küçük avlu, üstte dış merdivenle çıkılan iki oda, altta hevenk üzümü, meyve kokulu depo olarak kullanılan bir oda daha. Avlunun öbür köşesinde toprak yüzlü Emine teyzemin ekmek yaptığı tandır evi.
Ali Dayı'ya köyde İzzet'in Ali derlerdi. Oğlu İzzet amca da o zamanlar Ankara'da çalışırdı. Torunu Sait, dedesinin yanında kalır, köy okulunda okurdu. Benim de oyun arkadaşımdı. Sık sık ya biz Ali Dayı'nın evine giderdik ya da o, Emine teyze, kızı Rahmiye, torunu Sait'le bizim lojmana gelirlerdi. O zamanlar köyde ürettiği üzümden şarap yapmayan yoktu. Hatta yer yokluğundan mı, kaçak olduğu için jandarma korkusundan mı unuttum, Ali Dayı iki küp şarabını da okulun kömürlüğüne koydurmuştu. Akşamları geldiğinde şarap getirtmek için beni gönderirlerdi. Rahmetli, biraz içince iyice kızarır, biraz sonra da uyuklamaya başlardı. Yoksul Ali Dayı'nın çarık diktiğini, öküzlerle tarlaya gittiğini de hatırlarım. Ali Dayı'nın, tekneye üzümleri doldurup ayağına lastik ayakkabıları geçirerek üzüm çiğnediği de gözümün önüne gelir hep. O üzüm şırası ya pekmez olur ya sirke ya da şarap.
Unutamadığım bir başka kişi de, evi Ali Dayı'nın evine göre biraz daha aşağılarda olan Hüseyin Usta'ydı. Niye mi unutmadım bunca yıl sonra onu? Her evine gidişimizde Havva teyzenin o bembeyaz, nefis pirinç pilavını da yerdik. Birkaç kadehten sonra Hüseyin Usta, gramafonu kurar, taş plaklardan Ürgüplü Refik Başaran'ı, Zekeriya Bozdağ'ı dinletirdi. Çalınan oyun havası ise tahta, şimşir kaşıkları alır, o ufacık boyu, tıknaz gövdesiyle çok güzel oyun döktürürdü.
Daha başkaları da var aklımda, belleğimde. Var da hepsi bölük pörçük.
Cuma günleri daha güneş doğarken lojmanın camına "tak tak" vurulur. Peşinden bir ses:
-Hoca!..Hoca!..Sepeti ver. Pazara gidiyorum.
-Tamam Emin, hemen getiriyorum.
Ağabeyim, sepetin içine beş lira atar, alınacakları da söyler. O, pencereden bağıran Emin kim mi? Soyadı ya Akyıldız ya da Ayyıldız diye kalmış aklımda. Gözleri şehla, ince, sırım gibi bir adam. Sonradan köye muhtar da olmuş. Rahmetli olduğunu da çok sonraları duymuştum. Başkaları için bir şeyler yapmayı seven, hürmetkar bir Anadolu insanı. Köyün girişinde evi olan Seyfullah, köyün o zamanki muhtarı, evi köyün biraz dışındaki tepede olan Mahmut amca ve oğlu İmdat. Okulun karşısındaki evde "dede"lik de yapan bıyıkları yukarı kıvrık Mutullah amca ve daha niceleri.İki yıl o köyde okudum da hiç mi sınıf arkadaşım olmadı? Elbette vardı; ama kimler kaldı aklımda? Kapı komşumuz Hayriye teyzenin kızı Nermin, babası zabıta olan Mualla, Ali Aslan, Yukarı Topayın'dan Muzaffer, ikinci yıl da Sait Öztürk, Derviş Aslan, Fakı ağanın oğlu Murat... Beynimi ne kadar zorlasam da bunları bulabiliyorum.
Benim facebook hesabına bir gün Baki Kaya adıyla bir mesaj geldi. Yazılarımın birinde Topayın (Akçataş) köyünden söz etmiştim. Bağından, bahçesinden, havuzlarından, çeşmesinden...O, tadına doyulmayan üzümünden, pekmezinden ve de şarabından. Sanırım Baki kardeşimiz o yazımı okumuş. Beni kurucusu olduğu köy sitesine davet etti. Facebook'ta arkadaş da olduk. Ona dedim ki: "Köyünüzle ilgili çok az da olsa anılarım var. Bir iki yazıyla bunları anlatır, sitenize de gönderirim." İşte bu yazı, bu söz üzerine ortaya çıktı.
Yoksul da olsa hemen yemeği, mezesi hazır olan bu temiz insanları, o zaman bile kızları yaya, Hacıbektaş'a ortaokul okumaya gönderen bu köyü, ta o yıllardan beri hiç gidip görmesem de unutamadım. Kısmetse bu yıl 16 Ağustos'ta Sait Öztürk'ün (Köyde kalıyormuş.) bir çayını içmek için uğrayacağım.
.............
Der ki
Dilimin güzel türkülerinden biri
"Tokat bir bağ içinde
Gülü bardağ içinde
Tokat'tan yâr sevenin
Yüreği yağ içinde"
Çocuktum ben
O bağ içindeki köyde
Yâr de sevmedim
Ama
Bağıyla bahçesiyle
Pınarıyla deresiyle
Hele hele de
İnsanıyla
Ben
O köyü sevdim
Ve der ki dilimin ünlü ozanı
Parmak üzümü tadında şiirlerin yazanı
Cahit Külebi:
"Orda, derenin içinde
İki üç akçakavak
Tekerler döner, başım döner
Kavaklar yeşeriyor, dön geri bak"
..............
Dönüp geri baktım, aklımda kalanları anlattım. Okuyan Topayın (Akçataş) köyü gençlerine armağan olsun.
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
19 Temmuz 2010
Numan Kurt
Online Üye
Online Ziyaretçi