Merve, güne o kadar erken
başlamıştı ki koşuşturmaktan akşamın nasıl olduğunu fark edememişti. Bir hafta önce duvarlarını boyadıkları evin,
bugün de kapılarını boyamışlardı. Boya kokusundan artık genzinin yandığını
hissediyordu. Merve, boyunun uzunluğunu babasından, gözlerinin elasını
annesinden, hafif kepçe kulaklarını da teyzesinden almıştı. Bu, onda engel
olamadığı bir takıntı yaratmıştı. İş yaparken bile saçları hep açık ve
kulaklarının üstündeydi. Ablası Serap
otuz, Merve ise yirmi üç yaşındaydı. Ama Serap çok minyon olduğu için kimin
büyük, kimin küçük olduğu hep karıştırılıyordu. Annesi Zehra ve ablası Serap, Merve’ye
doğru yüzlerini dönmüş hararetli bir şekilde konuşuyorlardı.
- “Bittik artık. Bizden bu kadar.
Artık bir yorgunluk çayı içeriz Merve.
Geri kalan iş senin.
Merve “Sanki ben yorulmadım” diye içinden söylenerek mutfağa doğru
yürüdü. Kapıya dokunmadan tutma kolunu hafifçe ittirdi. Lambayı usulca yaktı. Ocağa doğru birkaç adım
atmıştı ki bir anda etraf simsiyah oldu.
Yavaş yavaş pencereye doğru yürüdü. Bakışlarını çevreye yöneltti. Demek
sorun bir tek onların evinde değildi. Tüm şehir karalara bağlanmıştı. Hayallere dalmak için gözlerini kapamasına da ihtiyacı
yoktu artık. Bir hışımla arkasını döndü ve “Ama böyle de olmaz ki” dedi yüksek
sesle. Parmaklarını mutfak rafının en dip köşesinde gezdirdi. El yordamıyla cam
çay tabağını kavrayıverdi. İstenildiği kadar çağ atlansın, eskiye özlem
gibi muhtaçlık da bitmiyordu işte.
Kibritten yükselen cılız alevi, mumun fitiline doğru yaklaştırdı ve sonra
kibriti üfledi. Bir ışık sönerken şimdi diğer bir ışık yanmıştı. Tıpkı kapanan
kapıların yerine yeni kapıların açılması gibi. Muma uzun uzun baktı. Fitilini ateşleyip eriyiğini
damla damla biriktirip mumu üstüne tutturduğu günü dün gibi hatırlıyordu. O
zamandan bu yana zaman nasıl da hızlı geçmişti. Mum hâlâ aynı noktada dimdik duruyordu. Mumun
çay tabağına olan aşkı kadar kuvvetli olamamıştı kendi sevdası. İstem dışı derin bir iç geçirdi, nefesini
dışarı bıraktığında yanan mumun alevi allak bullak olmuştu. Mumun, yanma ve
sönme arasındaki kısa süren tereddütü neyse ki tekrar ışık vermesiyle son
bulmuştu. Yaşam ve ölüm arasındaki gitgellerde böyle miydi acaba? Işıksız
kalmak bu kadar mı an meselesiydi? İçi
karardı birden ve derin derin üfledi.
Ama bu sefer alev öyle şanslı değildi ve
sönüverdi. Ellerini yumruk yapıp bıraktı. Başladı kendi kendine konuşmaya.
- Az önce yaktım mereti. Nerede
şimdi! Of Allah’ım of! Yeleğimin cebine de koymamışım. Bu karanlıkta gel de bul
şimdi.
Merve kibriti ararken aslında içindeki karanlığa da bir ışık arıyordu.
Kibriti nihayet bulmuştu. O anda duyduğu geçici mutluluğun sürekliliğine
nedense ucundan bile yanaşamıyordu. Diyetlerin ana mönüsüdür “bir kibrit kutusu kadar peynir!” Aslında yanında bir kibrit kutusu kadar da
mutluluk olsa kötü mü olurdu acaba?
Ruhunun da evle olan bağlantısı elektrikleymiş gibi nasıl da irtibatı
kesilmişti dünyadan. Oysa hayat devam
ediyordu. İçeriden gelen sesle bir anda
kendine gelmişti. İnceden kalına doğru yükselen ama hoş bir seda bırakmayan
sesiyle ablası birbiri ardına notalar veriyordu.
-Nerede kaldın be kızım! Deminden beri mum getir diye bağırıyoruz. Kör ettin bizi burada. Biraz çabuk ama!
Merve, şimdi duyuyor ama duymazlıktan geliyordu. İçeri burnundan
soluyarak giren Serap, son adımını Merve’nin ayak parmaklarının tam
üstüne attı ve tişörtünün yakasını avuçlarının arasına aldı.
- Sağır mısın sen? Yoksa adını değiştirdin de haberimiz mi yok?
Birbirine yapıştırdığın dudaklarını zahmet olmazsa bir arala da efendim abla
de.
- Dalmışım.
- Doğru sende bu kadar hayal gücü varken içi su dolu bardağa bile
dalarsın. Ama dikkat et de boğulma emi.
İkisinin de gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi. Serap, Merve’nin kolunu
kavradı ve geriye doğru çekti. Melek bir an dengesini yitirdi. Sonra
toparlanarak sandalyelere tutunarak mutfaktan çıktı.
Serap’ın “Nerede kaldı bu elektrik!” diye başlayan cümlesi yanan lamba
ile birlikte yerini “şükürler olsun. Allah kimseyi karanlıkta koymasın” cümlesi
ile tamamlanıvermişti. Çaydanlığın altını yakarken Merve’nin arkasından hâlâ söylenip duruyordu.
- Ne yapacağız bu kızı bilmem ki! Aklı bir karış havada. Kimseyi de
istemiyor. Evde kalacak haberi yok. Ziya diye geberiyor. Sanki onun da umurunda.
Zehra Hanım da belini tuta tuta mutfağa gelmişti.
- Vallahi mutfağa giden gelmiyor. Be kızım beni yalnız koydunuz
içeride. Merve nerede? Yine mi
atıştınız. Kazık kadar oldunuz neyi paylaşamıyorsunuz?
- Anne bu kıza söylememiz lazım. Evin içinde ruh gibi dolaşıyor. Hiçbir
işi doğru dürüst yapamıyor. Bilmiyor ki Ziya..
diyordu ki, Merve’nin içeri
girmesiyle sözleri bıçak gibi kesiliverdi.
Merve’nin yüzü kıpkırmızı olmuştu. Kaşlarını çatarak sordu.
- Ne olmuş Ziya’ya! Arkamdan ne konuşuyorsunuz böyle! Benden ne
saklıyorsunuz? Söylesenize!
Derin bir sessizlik hakim olmuştu. Zehra Hanım ve Serap gözlerini
Merve’den kaçırıyorlardı. Ama Merve’nin gözleri tamamen onların üzerindeydi.
- Neden susuyorsunuz? Ne olmuş Ziya’ya söylesenize!
- Zehra Hanım ve Serap mutfaktan
çıkmak için hamle yaptılar ama Merve iki kolunu mutfağın kapısının önünde
açarak “Söylemeden çıkamazsınız dışarı” dedi. Gözleri kıpkırmızıydı. Ağlamamak
için kendini zor tutuyordu.
Annesi, Serap’ın gözlerine baktı. Serap başını öne doğru indirip
kaldırdı. Zehra Hanım, Merve’nin kolundan tutarak sandalyeye oturttu.
- Bak Merve! Sana bu adamdan uzak dur!
Sana yaramaz. Seni bırakır gider dedik. Ama sen ne yaptın sözümüzü
dinlemedin. Biz uzaklaş dedikçe sen burnunun dibine girdin. Ne oldu peki? Herif çekti gitti. Sen hâlâ gelecek diye bekliyorsun.
Merve gözlerini sıkarak:
- Gelecek tabi. Bana söz verdi.
Bu dediklerinizden dolayı bir gün utanacaksınız. Bundan adım gibi eminim
dedi titreyen sesiyle.
Annesi elinden tuttu ve konuşmaya başladı.
- Gelmeyecek işte. O evlenmiş hem de karısı iki aylık hamileymiş.
Merve, bir hışımla sandalyeden kalktı.
- Beni sevdiğimden soğutmaya çalışıyorsunuz. Ama asla bunu
başaramayacaksınız. Ben Ziya’yı seviyorum anlaşıldı mı? O beni terk etti diye
kızıyorsunuz. Ama bilmiyorsunuz ki bir gün gelecek ve benden özür
dileyecek.
Merve annesi ve ablasına doğru bir adım daha yaklaştı. Yüzünü
buruşturdu.
- “Utanmıyorsunuz değil mi yalan söylemeye. Ziya kesinlikle öyle bir
şey yapmaz.
Serap:
- İster inan ister inanma ama bil ki söylediklerimizin hepsi doğru! Eniştene
Ziya’nın yakın bir akrabası söylemiş. İstersen sen de araştır. Zaten azıcık
aklın var bunu da söylersek iyice dağılacaksın diye sustuk şimdiye kadar.
Ziya’yı aklından çıkar.
Merve duyduklarına inanmamakta ısrar ediyordu. Artık susmuş,
gözyaşları konuşuyordu.
Ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Birden sandalyeye yığılıverdi. Masanın üzerindeki çay tabağına tutturulmuş mumu önüne doğru çekti. Kibriti çaktı ve fitili ateşledi. Merve gibi mum da ağlıyordu sanki. Annesi telaşlandı birden.
Merve cevap vermiyordu öylece muma bakıyordu. Sanki eriyip bitince, beklentisi de yitip
gidecekti. Ama biliyordu ki bu aşkın tortusu tabakta olduğu gibi yüreğinde de
kalacaktı hem de sonsuza kadar.
SON
Aysel AKSÜMER