Yakup ULUDAĞ
05.10.2011
KORKU İMPARATORLUĞU
Geçmişimize baktığımızda tarihi büyük zaferlerle dolu, bir çok siyasal, sosyal ve bilimsel gelişmelerin önünü açan bir milletin evlatları olarak acaba günümüzde ne tür bir yapının içersine hapsedildik diye düşünmekten insan kendini alıkoyamıyor. Geçmişte Türk denildiğinde veya Türk adı geçtiğinde dünya milletleri ya korkudan ya da bu millete karşı duyduğu saygıdan irkilirmiş. Peki günümüzde de bu böylemi? Maalesef artık senin olduğunu düşündüğün ve aidiyet hissiyle bağlı olduğuna inandığın bir ülkede ‘‘ben Türk’üm’’ demek neredeyse suç haline geldi. Oysaki bu cumhuriyeti kuran ve bize emaneti olarak bırakan, Büyük Önder Atatürk bunu yaparken, devletin yapısal şeklini üniter bir devlet olarak belirleyip, asıl unsurunun ve bu devletin asıl sahiplerinin Türkler olduğunu da anayasal olarak belirlemiştir. Ve bu yapıyı muhafaza edebilmek için arkasından, devrimlerini gerçekleştirmiştir. Bu devrimlerin içeriğine ya da hazırlanış biçimine baktığımızda, açık bir şekilde görüyoruz ki, Atatürk’ün hiçbir icraatında ne Amerikalı’nın ne İngiliz’in ne Yahudi’nin ne de başka milletlerin icazeti var. Çünkü o Atatürk’tü! Çünkü o kimseden icazet istemeyen, kendi milli ve manevi değerlerini bilen, kendi toplumunun ihtiyaçlarını gören ve bu ihtiyaçlar doğrultusunda hareket eden, daha da önemlisi tarihi şanlı ceddi gibi hiç kimseden ve hiçbir milletten kormayan, Yüce Türk milletinin ferdi olan büyük bir liderdi. Onun döneminde korku, endişe ve itaatkarlık kaygısı değil; cesaret, kararlılık ve dik duruş vardı. Cumhuriyet Dönemini ikiye ayırmak gerekirse Atatürk dönemi ve sonrası demek sanırım yanlış olmaz.
Birinci dönemde, bir milletin kısa bir sürede küllerinden yeniden doğup, dünyada eşi benzeri görülmemiş, cesur ve kendinden emin siyasal, sosyal ve ekonomik faaliyetlerinin devlet polikası olarak izlendiğinin; ikinci dönemin ise tam tersi bir durum teşkil edecek şekilde karşımıza çıktığının alenen şahidi durumundayız.
Bu durumun birinci sebebi, kukla durumundaki korkak, basiretsiz ve yeteneksiz devlet adamları ve siyasi liderlerken; ikinci ve en önemli sebebi, bir takım misyoner ve siyonist faliyetler sonucunda dünyaya salınan, korku paronaysası, toplumsal agorafobi diğer bir deyişle korku sendromudur. Nedir bu korku sendromu yada toplumsal agorafobi?
Siyonist faaliyetlerin kökenine inmeye kalktığımızda başlagıcı Hz. Süleyma’nın Mescidi Aksa’ya yaptırmaya başladığı döneme kadar giden uzun bir tarihi süreçle karşı karşıya kalırız. Ancak bu siyonist faaliyetlerin ivme kazanması olayı yakın tarihle birlikte başlar. Özellikle ABD’nin kuruluşundan sonra gelişen süreçte siyonizmin dünya düzenini nasıl şekillendirmeye çalıştığını rahatlıkla görebiliriz. Bugün dünyanın süper güç olarak gördüğü ve Hiristiyan bir devlet olarak algıladıgı ABD aslında siyonizmin çok iyi zırhlarla ve silahlarla donatılmış şovalyesi gibidir. Şövalye bir savaşta ancak gücü ve yeteneği ile savaşan kişi iken, asıl savaşı kazandıran taktik ve strateji, her zaman o şovalyeyi yönlendiren askeri komutadır. Bu askeri komuta ise siyonizmdir. Ama artık bu savaş sadece cephelerde yürütülen savaş olmaktan çıkmıştır. Siyonist unsurlar, en büyük ve sonucu galibiyetle bitecek savaşın bireyler ve toplumlar üzerinde korku yaratılarak yapılabileceği gerçeğini çözmüşler ve faaliyetlerini bu gerçek üzerinden hareketle yürütmeye başlamışlardır.
Peki bir toplum üzerinden diğer bir toplum nasıl olurda korku sendromuna maruz bırakılabilir? Bu sorudan yola çıkarak mevzuyu genişletelim. Örneğin; 1928 yılında Philadelphia’da yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Naom Comsky karşımıza 21. yy.ın anarşisti olarak çıkmaktadır. Makalelerini incelediğimizde ise tam bir emperyalizm ve ABD karşıtı bir demokratik sosyalisttir. Genel olarak eserlerini ve fikirlerini incelediğimizde bu anarşistin dediklerine bakacak olursak: ABD çok güçlü bir devlettir, ABD’nin güçlü silahları vardır, ABD’nin gizli servisi CİA çok güçlü bir teşkilatlanmadır vs… Vermiş olduğu mesajlar bu şekil devam eder gider. Yani ona göre ABD seni tuvalette bile görür. Sözüm ona güya samimi olarakta bu durumla mücadelenin yöntem ve tekniklerini de ortaya koymaktan çekinmez. Comsky ana bayidir burada! Bunun bir de gelişmemiş yada az gelişmiş ülkelerde alt bayi olarak çalışan ve kendilerini intelijansiya olarak gören bir takım serviscileri vardır. Onlar kraldan daha fazla kralcıdırlar ve bire bin katmakta üzerlerine yoktur. Bunların söylediklerine inansa insan haşa ABD bir devlet değil tanrıdır! Taktik ise çok basit karşısındaymış gibi görün ancak bunu o kadar iyi yap ki ABD’ye ve siyonizme hizmetin tam olmuş olsun! Peki korku boyutu tamam da düzen nasıl olmalı bunun sonucunda? Bu kez de devreye Marshall McLuhan, samuel Huntington girer. Bunların biri kültürleri küreselleştirme düşüncesi tezini ortaya atarken, diğeri kültürler arası daha doğrusu medeniyetler arası çatışmanın kaçınılmaz olduğu tezini ortaya atar. Maksat kafaları mankurtlaştırmaktır. Beyni bulanan insanlara kendi fikri ideolojisini din adı altında yutturabilmek artık çok da zor değildir. Bunun için bir de papaza ihtiyaç vardır. O da hazırdır hemen! Bentrand Russell… kısaca sanaryoyu yazanlar bir bir oyunun kurallarını da koymuş olurlar. Böylece kişilere düşen rollerini en iyi şekilde oynamaktır.
İşte bizim ikinci dönem devlet adamları ve siyasilerimiz bu sistem içersinde rollerini en iyi şekilde oynayan oyuncular olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bunu o kadar iyi yapmışlar ve yapmaya devam ediyorlarki bu konuda Holywod yıldızları bile bizimkilerin eline su dökemezler… Peki siyasiler oyuncu! Onlar manejarleri aracılığı ile veya bir başka şekilde paralarını alıyorlar da halk ne diyor bu işe? Halkta agorafobiye yakalanmış, hastalığın pençesinde kıvranıyor. Başbakanımız ne yapsın, cumhurbaşkanımız ne yapsın, genelkurmayımız ne yapsın…. ABD adamı tuvalette bile görüyor, ABD tanrı gibi, bizimkiler bişey yapmaya kalksa, sam amca bizi döver! Şimdi bizim devlet adamlarımız biz bu kadar acizken, biz bu kadar güçsüzken tutupta bizi ABD’ye mi dövdürsünler! Bir de teselli cümlesi vardır tabiki bizim halkımızın: ‘biz de büyüyünce onları döveriz, büyümemiz lazım daha’… Peki biz ne zaman küçüldük? Ne zaman büyüyeceğiz tekrar? Onu da ben bilmem; büyüklerim bilir der bizim halkımız!
Şimdi de ben soruyorum! Kürşad 40 yiğidiyle Çin sarayına girerken acaba hiç düşünmüşmüdür ben 40 kişi ile bu koca Çin’e ne yapabilirim diye! Alparslan Bizansa kafa tutarken ve Anadolu’ya girerken koskoca Bizans’a karşı ne düşünüyordu! Fatih fethedilemez, fethedilmesi imkansız denilen Kostantina’yı zapdederken ne düşündü! Peki ya Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk yedi düvele meydan okurcasına Anadolu’yu savunurken ne düşünüyordu! Bizim atalarımız teknik ve donanımsal olarak çok mu iyiydi çok mu güçlüydüler, dünya’ya nam salan bütün bu başarıları elde ederken? Hayır! Teknik ve donanımsal olarak iyi olmasalarda onlar güçlüydüler çünkü onlar asla ve asla korkmazlardı. Onlar Türk’tüler ve Türk gibi hareket ederlerdi. Yani onlar asıl güç olan cesarete sahiptiler… CESURDULAR!
Bugün bize düşen silkinip kendimize gelmemiz, kendimiz olmamızdır. Türk gibi düşünüp, Türk gibi yaşamamızdır. Çünkü Atamızın dediği gibi muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur. Zaman ABD kim İsrail kim siyonistler de kim deme zamanıdır, zaman korkuyu defetme zamanıdır, zaman korku imparatorluğunu yıkma zamanıdır, zaman cesatini toplayıp, ‘’NE MUTLU TÜRK’ÜM’’ deme zamanıdır!
Yazarın