Bitişik komşumuzun orta boylu, kara kuru ve benden üç yaş büyük olan kızları, sürekli damda çamaşır asardı. Ben de onu gizlice seyrederdim. Kuzuları, yaylımdan getiren Medet, bacısına emirler yağdırırdı.

“Kııız, kuzulara su ver… Kııız, bana bir tas ayran ver…”

“ Senin elin ayağın kırılmış mı? Niye kendin almıyorsun…” Emirlerin ardından birkaç dakika geçmeden iri gözleri, bukleli saçları ve üzerinde hep aynı koyu yeşil basma elbisesiyle gizliden gizliye, gözyaşı dökerdi. Sonra da mutsuz ve telaşlı bir yüzle söylenenleri yerine getirir yeniden dama çıkıp çamaşırları asardı…


Başımı hafifçe yana çevirip göz ucuyla ona bakar, o da bana baksın, o da beni sevsin isterdim… İsterdim de, sanki ahdetmiş gibi, bir kez olsun o mahcup o masum başını kaldırıp da değil bana, çevresine dahi baktığını görmezdim; adını bile bilmezdim onun…

Bir akşamüstü eşeğin palanını damda temizlerken, Medet’in sesiyle irkildim:

“Eşek senin mi?

“ Evet benim,” dedim böbürlenerek. Medet, eşeğimi küçümseyen bakışlarla bir süre süzdükten sonra tekrar söze girdi: “Bu eşek, seni kaldıra biliyor mu? Dikkat et seni düşürüp bir yerini kırmasın? “ Ele şey yapmaz eşeğim” dedim. Ve daha sonra göğsünü gere gere yanımdan ayrıldı. Betonda oturmakta olduğumu, karıncaların, irili ufaklı ayaklarıma üşüştüklerini göremeyecek kadar kendimi yitirmiştim… Medet’in tavrı beni üzmüştü.

Dışarıdaki bütün kötülükleri, evdeki, okuldaki katı disiplin kurallarını; her şeyi unutup eşeğime sığınıyordum… Çünkü tek dostum oydu. Okula, tarlaya, çalı çırpı toplamaya ve şehre onunla giderdim. Onunla konuşur onunla sohbet ederdim. Hiç sıkılmadan dinlerdi, babam gibi, “çok konuştun eşek oğlu eşek, yıkıl karşımda” demezdi…

Arada bir, eşeğimi bağlayıp mahalle arkadaşlarımla buluşuyor; onlarla boğuşuyor, top oynuyor, bazen de tenha bir yerlerde oturup dertleşiyordum.

Bir öğle sonrası köyün arkasındaki su deposunun üzerinde bir gurup arkadaşımla oturmuş konuşurken, söz dönüp dolaşıp mahallemizin kızlarına geldi ve herkes sırayla hangi kıza âşık olduğunu anlatmaya koyuldu.

Mahallelerimizde kızlarla konuşmadığımız için, birçoğumuz onların adlarını bile bilmiyor, ancak oturdukları evlere göre tarif ediyorduk. Tarif ettiğimiz kızların, arkadaşlarımızın kardeşleri olmamalarına da özen gösteriyorduk. Orada bende seçtiğim kızın kim olduğunu eviyle, koyu yeşil elbisesiyle açıkladım; kanıtlamak, aşkımın ciddiyetine mahalle arkadaşlarımı inandırmak için de, “onu gördüğümde yüzüm kızarıyor dedim!

Sohbetimizin sonunda anlaşıldı ki mahallenin kızlarının bizden haberleri bile yoktu. Bir şeyler yapmalı, onları kendimizden haberdar edip o saf sevgilerimize karşılık bulmalıydık. Ama onlarla değil oynamak ya da gezip dolaşmak, konuşmamız bile bir utanç nedeni sayıldığı için bunu nasıl başaracağımızı da bilmiyorduk…

Sıkıntıyla birbirimize bakınırken, bir arkadaşımız birden öne atılıp müthiş sırını açıkladı:

“ Kızın önüne geçip sağ gözün kırpacaksın! Kız bunu görünce, o vakit bilecek ki sen onu seviyorsun. Kızlar böyle bilir.” Dedikten sonra defalarca, sağ gözünü kırparak göstermeye koyulduğunda, bizler de ona bakarak ağızlarımız açık, sağ gözlerimiz kapalı prova yapıyorduk!

Eve döndüğümde müthiş sırrı öğrenmemin coşkusuyla aynada bir süre kendi kendime prova yaptım ve daha sonra dama çıktım. Medet, yine emirler yağdırıyor, dünyayı umursamaz yüzündeki hep aynı merhametli ifadeyle kuzuları yemliyordu… Onun her emrinin ardından, sağ gözümü pür dikkat kırpmaya hazırladıysam da, yeşil elbiselim bana bir türlü bakmadığı için sonuç tabii ki hüsrandı.


Sonraki günlerin akşamüstleri de evimizin damında hep göz kırpma pozisyonlarında beyhude bekledim. Gözümü kırptığımı görebilmesi için gelip karşımda oturması gerekiyordu! Ama müthiş formülü nasılsa öğrenmiştim. Er veya geç gözümü kırparak ona aşkımı ilan edecektim… O kadar odaklanmıştım ki, sınıf öğretmenimin sesiyle irkildim: “ Neden ikide bir gözünü kırpıyorsun? Delirdin mi...” Öğretmenim, konuşmasını bitirdikten sonra, kendimi dışarı attım. Yüzüm alev gibi kızardı, “Ben bu eşekliği nasıl yaptım? Öğretmenimin karşısına daha nasıl çıkarım?” diye kendi kendime dövündüm… Birkaç gün okula gitmedim.


Eşeğimi alıp yaylıma götürür ve onunla dertleşirdim. Akşam eve döndüğümde babam iki kulağımdan tuttu: “Seni utanmaz, öğretmenine göz mü kırpıyorsun? Ben şimdi gözini oymaz mıyım?” Sağ gözüm erik gibi şişti! İlk defa babamdan böyle dayak yemiştim. Bu sırımı hiçbir zaman babama açıklamadım. Yalnızca, gözüme toz kaçtı ondan kırptım dedim.

Birkaç gün sonra babam eşeğimi, mezatta götürüp sattı. Bense darmadağın ve perişan bir duruma düşmüştüm. Artık beni sırtına alan ve dertlerimi dinleyen bir dostum yoktu…

Bir gün Medet’lerin evlerinde işitilen “havaaar” sesleri ve çığlıklarla bütün mahalleliler evlerinin önünde aldı soluğu. Kalabalığı yararak ne olup bittiğini öğrenmeye çalıştığımda, babalarının şehir merkezinden dönerken arabasının uçuruma yuvarlandığını öğrendim…

Dış kapıya kadar sokulup bakışlarımı avluya yönelttim. Sevdiğimin yüzünde korkunç bir kederle çığlık çığlığa ağlarken görmeye daha fazla dayanamayıp oradan hızla uzaklaştım.

Ölen babalarını birkaç kez, okula giderken sabahın erken saatlerinde görmüştüm. Asık yüzlü, orta yaşlı bir adamdı. Mahallede pek görünmez, kimseyle konuşmazdı. Sevdiğimin, Medet’in babasız kaldıklarını düşünerek gözlerime biriken yaşları sessizce sildim…

Ertesi gün evlerinde taziye kuruldu. Konu komşu, aile dostları, akrabaları birer ikişer başsağlığına geldiler. Sakin, mütevazı sokağımıza ölümün gölgesi düştükten sonra, Medet hiç kuzularla görünmedi. Ahırda aç kalan kuzulara, ahırın penceresinden ot atardım. Çünkü Medet kuzularını çok severdi. Bir gelin gibi süsler, boyunlarına boncuklar takardı…


Günler sonra darmadağın bir yüzle ilk kez dışarı çıktığımda, elinde iki ekmekle bakkaldan dönen yeşil elbiselim, birden evimizin önünde burun buruna geldik. Birbirimizi bir süre süzdük ve geçip gitti… Tam da göz kırpabileceğim bir yakınlaşmaydı. Oysa hiç içimden gelmedi… İkimiz de en sevdiğimiz varlığımızı kaybetmiştik. O babasını, bense eşeğimi… Bir avuç mutluluk çok görülmüştü bize…


Birkaç gün sonra evlerinin önünde bir traktör yanaştı. Eşyalarını yükleyip komşularla vedalaştılar… Giderken sevdiğimin üzerinde yine aynı koyu yeşil basma entari vardı. Sokağın girişinde park etmiş bir traktörün kasasında, eşyaların üzerine oturmuştu. Yüzünde donuk, mutsuz bir ifade vardı. Küçük bir tebessümü bu yüzde boşuna aradım. Traktör hareket edince bile yüzündeki o taş kayıtsızlığı değişmedi. Sanki anılarını, acılarını gömdüğü bu sokağa değil de, bir boşluğa bakıyormuşçasına uzaklaştı… Okul dönüşleri giydiğim yamalı pantolonumla, lastik ayakkabılarımla arkasından, ellerim cebimde, burnumu çekerek bakakaldım… Eşeğimin ardından sevdiğimi de, ona bir kez olsun göz kırpamadan yitirmiştim…




( Yeşil Elbiselim başlıklı yazı kadriye xoda tarafından 10.07.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu