Kader Aysultan Hanım’ı bir yağmurlu kış günü tanıştırmıştı bana. Yollar ıslaktı ve inceden bir yağmur yağıyordu. İlk karşılaştığımızda; garip garip yüzüme bakmış, ruh yapımı sanki tahlil etmek istemişti. Tanımak için kısa sorular sormuştu. O zaman yirminin eşiğinde bir delikanlıydım. Aysultan’nın yaşı ise kırk gösteriyordu sanki… Bakışlarıyla önce varlığımı, kim ve neci olduğumu ruhunda sindirmeye, kabul etmeye çalışmıştı. O güne kadar, daha önce birbirimizin varlığından haberimiz bile yoktu. O, has bir Ankara’lı değildi. Kader Ankara’da, bize birbirimizi tanıma fırsat ve imkânını sundu. Bir sonraki karşılamamız çok daha kolay olmuştu. Yolumun üzeri sayılabilecek bir semte taşındıklarında, gün bahardan alınmış bir güzellik taşıyordu üzerinde...
O gün ikinci karşılaşmamızdı. Onu tanımdan önce Mithat Paşa’dan Kurtuluş Parkına oradan da Fakülteye kadar yürümüştüm. Fakülteli gençleri seyretmiştim. O günlerde tüm düşünce ve hayallerimi fakülteli olmak özlemi süslüyordu. Üniversitede okumak sevdası ve tutkusuyla doluydum. Gözlerim başka hiçbir şey görmüyordu. Üniversite ile yatıp üniversite ile kalkıyordum. Fakülte karşısındaki ara sokaklarda yol kenarındaki eski kitap satıcılarının kitaplarına bakmıştım. Hacıeminoğlu’nun “Yeni Dünya” adlı kitabını ilk o gün almış ve okumuştum... Hikâyelerinden “Yağmur, mevsimler ve sen”de ‘Gözleri uzaklarda, çok uzaklara bakıyor gibi… Gönülleri uzaklarda, çok uzaklarda birini arıyor gibi… Gene gök kayboldu, gene yağmur yağıyor… Ve ben yine seni hatırladım…” Ardından “Uzaktan Uzağa”- “Kapıldım Gidiyorum” “Gülçehre” hikâyelerini peş peşe okuyup bitirmiştim…
Aysultan Hanımın başı açık bir kadındı. Arada kuaföre gitmeyi de ihmal etmez hatta bazen farklı renklerde boyatırdı. Orta boyluydu. Güzeldi. Evli ama mutsuz hem de umutsuz bir kadındı. Arada bir Cuma akşamları Kuran’da okuduğu olurdu. Asla tavizsiz kapalı bir aile yaşam tarzından bu gün çok farklıydı. Zaman fiziki değişimin yanında onun düşüncelerini, zevklerini ve ilgilerini de değiştirmişti… Ama kendisine acı ve rahatsızlık veren alışkanlıkları değiştiremiyordu. Çektiği acılara rağmen değişmemekte direniyordu. Oysa acı çekmek bir şeylerin değişmesi gerektiğinin işareti değil miydi?
Dertlerini dökebilecek bir dost aradığı her halinden belliydi. Zamanla alışmıştık birbirimize… Kısa bir zamanda onun için içini dökebileceği, ağlayabileceği ve dertlerini paylaşabileceği biri olup çıkmıştım. Kabullenmesi uzun sürmemişti. Cebeci’de Dede Efendi sokağının bir üst kısmında bir apartmanın birinci katında oturuyorlardı. Ne kendisi ne de kocasının aslı Ankara’lı değildi. Yine o anlatmıştı, hafızamda kalan; evliliğine ait bilgi kırıntılarını…
Kocasının ilk gençlik yılları hafızlıkla başlamış, derken genç yaşta hayata atılmış bir güneyli gençti. Onlar birbirini hiç tanımazken kader onların yollarını birleştirmişti. Kocası o yıllarda genç ve işinden başka gözü bir şey görmeyen, ısrarla ve hırsla işinde çalışan bir delikanlıydı. Gözü oyunda ve oynaşta olanlardan çok uzaktaydı. Amcasının yanında yatıp kalkıyordu. Amcası dini bütün, kendi halinde yaşayıp giden bir insandı. Yaşadığı evde onun sözü geçer, evdekilerin hareketlerine ve davranışlarına yine o şekil verirdi.
Amcasının yanında baş göz edilmek, yuvaya kavuşmak için amcası ve eşi araya girmişti. Aysultan Hanım tesettürlü bir ev kızıydı. Ailesi varlıklıydı. Kızın ailesiyle el atından görüşmeler yapılmış, görülen yakınlık üzerinde Aysultan Hanım istenmeye gidilmişti. Kul istemiş, kader yazmıştı. Kocasının ailesi uzaktaydı. İsterken ortada kimseler yoktu. Düğününde bile ailesinden pek gelen olmamıştı. Hoşça düğünleri olmuş, huzur ve neşe içinde dünya evine girmişlerdi. Hayat güzeldi ve helal dairesinde yaşamak kadar hiçbir şey güzel olmazdı. Hayattan çok fazla beklentileri yoktu. Huzurlu ve mutluydular, kocasının aile içine burunlarını sokuncaya kadar…
“Oğlan elden gitti” düşüncesine kapılan kocasının yakınları ise “pişmiş aşa su katmak” istercesine ayırmaya çalışmıştı. Sonradan akılları başa gelmiş gibi… Sanki ömür boyu oğulları elden gitmiş gibi bir duygunun esiri oldular. Huzurla yürümekte olan yuvanın üzerinde art niyetler bir kara bulut gibi çökmüştü. Her geçen gün evin içinde huzursuzluk artmış, her geçen gün huzur ve neşeden biraz daha uzaklaşılmıştı. Ankara’ya gelişleri, gelişten daha çok bir kaçışa benzemişti. Yeni arayışları denemek, kötü ve huzursuz gidişe dur demek adına... Bu gidiş Aysultan Hanım için bir ilk ayrılığı ve ilk gurbeti olmuştu. Doğup büyüdüğü topraklardan, o topraklardaki hatıralardan koparılıp uzaklaşmak önceleri zor ve acı verdiyse de zaman ona da alıştırmıştı…
Kocasının bildik bir işi vardı. Önce kenar bir semtte oturmuşlar, sonra şehrin merkezine yerleşmişlerdi. Ama bu kaçış, bu arayış onlara mutluluk ve saadet getirmemişti. Kocası Ankara’da her geçen gün biraz daha bozulmaya başlamıştı. O güne kadar içki ve kumar nedir bilmezdi. Kumara ve içkiye alışan koca; evini, hanımını ve çocuklarını tamamen ihmal ediyordu. Bazen gece boyu eve gelmediği bile oluyordu. Zaman zamanda Çankaya’daki kumar partilerine takılıyordu.
Aysultan Hanım her ne kadar onunla konuşarak arayı düzeltmek istediyse de bir türlü kontak kurup çözememişti. İşi hocalara kadar da vardırmıştı. Yine de bir netice alamamıştı. Yitik yittiği yerde, diken battığı yerden çıkarılmalıydı. “Biliyorum ki bize yazılı şeyler yedirdiler. Dua mutlaka önemliydi ama bu işin önce maddi arızaları ortadan kaldırılmalıydı. Kocası her geçen gün biraz daha uzaklaşıyordu onlardan… Veya o kocasından ve çocuklarsa babasından...
...