Hem iş, hem eş ve hem çocuk sahibi olan kadınlar; her türlü dert ve sıkıntılara göğüs gererken ekonomik özgürlük ve toplumda söz sahibi olmak istemeleri kaçınılmaz oluyordu. Ekonomik özgürlük kadının kendine öz güvenini artırırken eşine ve ailesine olan saygınlığı azaltıyordu.
Yaşamlarından stres eksik olmuyordu. Zamanla hayatlarının birçok alanlarını kendileri kontrol edebiliyorlardı ama çevrenin olumsuzluklarına güçleri yetmiyordu. Eğer güzel ve yakışıklı olan talebeyse hocasından, hastaysa doktorundan, suçluysa yargılayanlardan, çalışansa patronundan çirkinlere göre daha fazla pirim ve daha fazla maaş alabiliyordu. Daha fazla ilgi ve alaka görüyordu.
Kadın güzelse sözlü ve fiziki sataşma ve tacizlerden pek çoğu zaman şöyle veya böyle nasibini alıyordu. Genelde sesini çıkaramıyor. Hele küçük yerleşim yerindeyse susmakla yetiniyordu. Taciz, çalışan kadının kâbusu, kâbusa bağlı olarak sigara sığınağı oluyordu.
“Bir türlü yemek yapmayı öğrenemedi. Annemi kendine örnek alsa ya! Akşamları ben yorgun argın eve geliyorum. Hanım efendi benimle hiç ilgilenmiyor. Bir köşeye çekilip oturuyor.” Serzenişlerini gerek bırakmamak için sorumlulukları eşit paylaşmayı kabullenmek çok şey değiştirirdi. Kadın sadece ev işleri ve yemekle yuvasının mutlu olmayacağını, evliliğin bir ortaklık olduğunu, eşinin düşünce ve sorunlarıyla da ilgilenmeliydi ama bu hususta ne bilgisi ne de tecrübesi vardı.
“Bir erkek, hanımından ne bekler? Bu soruyu şıklarsak en çok “Neler istemez ki!” cevabının geleceğini görür gibi oluyorum. Erkek:
“Hanım, iyi bir aşçı olmasını, yemek alış verişini yapmasını, yemekleri iyi planlamasını, yemekte bana ve çocuklarıma güler yüzle davransın. Çamaşırlarımı yıkasın ve ütülesin, aradığım zaman yerli yerinde olsun… Çocuğumu doğursun ve oları her zaman temiz ve bakımlı tutsun, onların dağıttığı yerleri toplayıp düzletsin…
Günü geldiğinde onları okula götürsün, ders çalışmalarına yardım etsin… Onlar hastalandığında doktora götürsün ve özel ilgi ve alaka göstersin… Hasta olduğum zamanlarda bana baksın ve daha fazla ilgi göstersin. Görevlerinden yakınmasın…
Yaptıklarını başıma kalkmasın… Sorunlarımı anlattığımda beni sabırla ve ilgiyle dinlesin, konuşurken sözlerimi kesmesin, gerektiğinde yazılarımı yazsın…”
“Hayatımdaki ıvır zıvırlarla ilgilensin… Birlikte dışarı çıkacağımız zaman çocuklara bakacak birilerini bulsun… Eve arkadaşlarımı davet ettiğim de özel yemekler yapıp ikram etsin… Benim fiziksel ihtiyaçlarımı karşılasın… Kendini arzu ettiğimde duyarlı ve tutkulu davransın… Ben havamda değilsem benden duyarlılık beklemesin…
Çocuk itemediğim zaman doğum kontrol sorumluluğunu tamamen üstüne alsın… Bana tamamen sadık kalsın… Ama ben rastlantı gereği karımdan daha güzel birine rastlarsam karımı yenisiyle değiştirme özgürlüğümün de olmasını, yeni bir hayata başlamak için karımın çocukları almasını ve onların sorumluluklarını üzerine almasını isterim,” gibi birçok aşırılığa ve bencilliğe kadar uzanan istekler sıralanacaktı…
Kaynanasının kızını itip çekmesiyle bir türlü mutlu olamadı. Her gün problem, her gün kavgayla geçen evlilikleri uzun sürmedi. Ve bir gün ip koptu. Aradaki bir çocuk bile bu ipi korumaya yetmedi. Taze bir fidanın kırılışı gibi kırıldı, yıkıldı bu evlilik. Ne yıkan, ne yıkılan mutlu ve mesuttu bu yıkıntının enkazında… Çocuğu eşi aldı. İrfan ise girdiği mülakatla alındığı ve severek iki yıldır icra ettiği mesleğini Ankara’da yürütüyordu.
Huzurluydu ama yalnızlığın durgunluğu vardı. Sohbet uzuyordu. Gelişimi, gelişimdeki niyetimi sordu. Dinledi. “İyi olur,” dedi. O da kendine yakın sohbet edebileceği, gidip gelebileceği bir dost arıyordu. Ankara’da yalnızdı, Ankara’da bekârdı. Kısa bir evlilikten sonra gelen bekârlık ise zor mu zordu.
“Bulamadın mı bir tane?” dedim. Ve ekledim.
“Hiç aramadım ki!”
“Aramazsan bulamazsın tabi… Peki! Hala ne bekliyorsun?”
“…” sustu.
“Anlaşılan senin gözün korkuyor. ‘Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş’ Senin korkun ondandır.”
...
Ank-310706