Bir âhu aynasından seyredebilmek kâinatı… Ahvel bakış değildi çerçevesi mürekkep masumiyetine batırılmış. Rayihası toprak montajlı namütenahi bir sezinin, tutundukça insanı sürükleyen kesiti mündemiç. Akdes gülücükleriyle sizi karşılayan muazzam ev hazireleri var bahsimde. Akik meltemimde tutunduğum kalemimle ses çıkarmadayım mülayim kayalıklara. Yankılar geliyor bahçeme, içime ve kalemime. Harf oluyorum herkesin kelime olmak istediği tepelerde. Dökülen yapraklara arkadaş olmak istiyorum hissiyatlarına tercüman olabilmek için. Bir his ummanında dolaştığımın farkındayım. Bilincimin adesesiyle can arıyorum can vermişlerin bahçesinde. Yağan yağmurun şemsiye üstü katrelerine el uzatıyorum. Uzak ve uzun olmasın bu ayrılık diyorum. Dökülen yapraklar tebessüm ediyorlar. Hüzün peteklerinde ümit bacaları bir duman halinde yükseliyor gökyüzüne.
Görebilseydim bulutların sıkışık heyecanlarını, dökülen kalplerinden. Dökülmüştü her şey, yağmur ve yaprak. Dökülmüştü kış akşamları ve uzun gözyaşı dilimleri… Belki size uzun gelmiştir ama bana yakın görünmüştü bahar. İndirmediğim özlem çıtama süzülmüş bir visaldi bu sadece. Sade ve öze banmış keyfiyette… Bahar, kostümünü eline almış ve vefanın ince duyurusunu yapmıştı. Duymuştu yapraklar ve gözler. Kaldırımı olmayan yollarda yürümenin hevengiyle bir gülbank yaşatılmıştı çimenzâra. Yan yana dizilmenin eşsiz kompozisyonu gözler önüne serilmedeydi. Kasımpatılar gurbette kalmasın diyordu beyaz papatyalar. Güzelliğin hakkını veren şebboyun ayrı bir koşuşu vardı ülkesinde. Aynı ülkede yaşayan nilüfer, erguvan ve firuze tıklım tıklım elbiseleriyle yeryüzünü doldurmuşlardı haklı olarak. Kışın poyrazından intikam alma değildi bu, sırası gelmiş hakkın tutulup eflatun gönderde sergilenmesiydi. İnsanın bayram sabahında ayna karşısındaki elbise değiştirme helecanı aynı ritimde benzeşmedeydi. Bir bayramın sabahıydı baharın gelişi. Bir kâinat bercestesiydi bunlar salkım salkım. Ödünç olarak verilmiş duygular bir bir dirilmedeydi taze topraklarda. Kıştan gelen mirasın buket sıcaklığı yankılanıyordu tepelerimde. Kalemim ısınmıştı artık. Sobam gürlemiyordu dört duvar arasına sıkışıp kalmış benliğimde.
Çiğnemeyecektim artık karları,elime alıp sıkmayacaktım. Bir çiçeğin isteyebileceği türden sütliman düşler kuracaktım. Surları yıkmak ne haddime, baharı sessiz bir kalenin köşesinden seyredecektim. Cemre bakraçlarında ikircik sadâlar uğramayacaktı duvarlarıma. Poyrazlar da zarf atmayacaktı artık pencereme. Kapımda mektuplar vardı misafir olmak için bekleyen. Sayısı kesret hacminde zarflar vardı kalemsiz. Kalem gayretsizliğinde gelen bu misafirleri alamayacaktım içeriye. Oysa kış boyunca ne misafirler ağırlanmıştı odamda. Rikkatime dokunuyordu kısır zaman dilimleri, yelkovanı tebessüm aşk etmeyen saatler.Bir ebabil taşlamasıydı nefsimin kaçıp da tekrar geri geldiği.Ne de güzelim pusular kuruyor gözlere tayfa. Gece tılsımını yakalamaya çalışan battaniyemi geçici olarak sessiz bir kaldırıma kaldırıyorum. İçinde bir dünya kurduğum his piramidimle. Sıcak iklimlerin saksısında boy gösteren piramide mimari anlamda katkım olsun diye. Dört köşeli örtümde nasıl oldu da bunları düşlemiştim, merak ettim doğrusu. İnsan sarıldıkça seviyormuş meğer, sevdikçe de sarılıyor. Sarıldığım kalemim ve gözyaşlarım, bu dört köşeli dünyada çizilemeyecek çerçeveleri yaşattılar bana. Dağların üçgen olmadığını onlarda tattığım celvet sayesinde öğrendim. Tutabiliyorum artık kaçan yankıları. Yağmur katrelerinin sadece çamurlu ayak izlerini sildiğini görmedim bu hayatta.
Güneşli bakışlar vardı kanepelere sığmayan oda misafirleri. Bir karanfil kapısı açılırdı balkonuma caddeyi çizebilmek için. Kalın mukavvadan az ince olan cesaretimle izleyebiliyordum bu tutunuşları. Oysaki gölgenin mürekkebinin bittiği yerde kalemler devreye giriyormuş. Akrep kıskaçları ısınıyor kaktüs salkımında. Hareketler gözüme çarpıyor balçık dakikalarda. Olsun diyorum, olsun. O da bir can. Gagası yeni ıslanmış lebriz martım bana okyanusumu hatırlatıyor. Bir yelkenli kiralıyorum henüz tanışmadığım rıhtımdan. Rıhtıma sırtımı dayamadan “vira bismillah” çekip uzatıyorum ellerimi. Kaleme ve kalem’e…
Neler yazılmazdı ki ve neler yazılmadı bir kalem gölgesinde. Şadırvanda ıslanmışçasına serinlik gelir ruhuna bir fısıltı halinde. İlham ibrişimleri aynada boy gösterir. Buhur buhur bahar olur güneşin ter döktüğü her yer. Koşar adımlarla göz verirsin tabiata, ruh verirsin kaleme. Bir destandır her zaman kutlanan deste nefesinde. Kalabalıklardan yırtılmışçasına namzet sayarsın gölgeni. Aynada gözlemlediğin benliğini de yanına davet edip derin bir düşünceye dalarsın. İlk defa gördüğün temiz bir bahçeye girer gibi. Lehim ile yapıştırılmış apartmanların sakinleri ara sıra gürültü yapsalar da aldırmazsın dikenlere. Gül rayihası doldurmuştur her yanı kalem saltanatında. Gürültü seni rahatsız etmez gürül gürül ilhamınla. Bir gün onlar da belki yazmış olduklarını okuyacaklar ve gürültü çıkardıklarına pişman olacaklar. Kimsenin suçu yoktur belki o anda ama kendi hallerine pişmanlık kapılarını kapayamayacaklar.
Zaman nasıl da gökkuşağı gibi kayboluyor. Bayram beşaretinde gelen cıvıl cıvıl oynaşan ruhumda misafir baharlar gelmiş. Nasıl da almam bu misafirleri. Toprağın kış boyunca bin bir ızdıraba maruz kalmasını ve gayret etmesini ben de görmüştüm.Bir zaman önce alamadığım misafirler kapımdan kopmuşlardı fakat,dirilişin cisimleşmiş efendilerini almasam kaybedebilirdim. Patika hülyası yoktu artık derin cerihamda. Oluk oluk akıttığım hicranın kalemim ile taçlanması baharsı bir bayramdı. Akşam güvercinleri gibi çekilmişlerdi yuvalarına şirazesiz aynalarım. Ellerimle yoğurdum bir ıhlamur ikindisinin çay diliminde kalemin dinlenmesi ne enfes ömür sağanağı. Yazmak için dinlenen bir varlığı temaşa edebilmek de insanlık baharına gebe.Turnusol akşamı gelmez ardından.Kalemin bahar takısında paha biçilmez lahuti dünya vardır.
Gören gözlerin baharı,göremeyenlerin ise kışı…
Gürsel ÇOPUR