Her zamanki kendine ait düşünce tepesindeydi genç kız. Bir yandan bulutlara, kuşlara bakıyor bir yandan da düşünüyordu geçmişini sürekli yaptığı gibi. O yemyeşil tepe genç kızın en iyi dostu ve sırdaşıydı. İlkbahar gelmek üzereydi. Ağaçların çiçek açmaya başlıyor olması genç kızı daha da mutlu kılıyordu. Ama her şeyden önemlisi düşünce tepesine mutlu gelmiş olmasıydı. Çünkü en çok, mutlu geldiği anları seviyordu. O zaman gökyüzü daha bir renkli, bulutlar daha bir beyaz gibi görünüyordu gözüne. Bir anda gözüne kuş sürüsünden ayrılmış bembeyaz, özgürce salınan, adeta kendiyle dans eden bir kuş ilişti. Uzun uzun seyretti kuşu. Kendiyle özdeşleştirdi kuşu o an. Kuşun da kendi gibi düşleriyle yaşadığını, kahkahalarla ve gözyaşlarıyla dolu bir dolu öyküsü olabileceğini düşündü. Çünkü genç kız da düşünce tepesinde olduğu zamanlarda kendini yerde değil de uçuyor olarak düşünüyordu. Evet evet, genç kızın kimseden korkmadan, ürkmeden,çekinmeden kanatlarını takabildiği tek yer düşünce tepesiydi. Fakat hava kararmak üzereydi, artık eve dönmeliydi. Yavaşça çömeldiği yerden doğruldu, gökyüzüyle, kuşlarla o gün için vedalaştı, ve sekiz yaşından beri sürekli geldiği, yirmidört yıllık dostu yemyeşil tepeden salına salına indi...
Kasabada herkes genç kızı Ophelia olarak bilirdi. Bunun sebebi de çocukluğunda okuduğu bir romandaki Ophelia karakterinden çok etkilenmiş olması ve sevdiği birçok kişiye okuduğu romanı anlatmasıydı. En büyük düşü öğretmen olabilmekti; ne mutlu ki ona, bu düşünü gerçekleştirdi ve kendi kasabasında işe başladı. Kasabadaki bütün çocuklar Ophelia’ya hayrandı. Tabi bu hayranlığın sebebinde çocukları çok sevmesi de yatıyordu. Çoğu kez öğrencilerini evine çağırır, onlara kekler, çörekler yapar, mum alevinde masallar okurdu.
Nihayet eve gelmişti. Yapması gereken bir sürü iş vardı. Doğrusu kalbi de bu aralar bir hayli karışıktı. Belki de bu karışıklığın tepedeki mutlulukla da yakından bir bağlantısı vardı. Biraz düşündükten sonra ev işlerini biraz ertelemeye karar verdi. Çok sevdiği renkli mumlarını yaktı, koltuğuna oturup düşünmeye başladı. Dikkati birden koltuğunun tam yanındaki komodinin üstünde duran, kendine yazılmış şiir sayfalarına yöneldi. Bir tomar kağıt parçasını aldı ve tekrar okumaya başladı sessizce. Kim bilir kaçıncı okuyuşuydu. Ama her okuyuşundan ayrı bir coşku, ayrı bir haz alıyordu. İşin en tuhaf yanı ise bu şiirleri kimin yazdığını bile bilmiyordu. Her sabah uyandığında, bahçesindeki tek gelinciğin hemen yanı başına iliştirilmiş bir mektup buluyordu. Mektuplarda ya bir şiir ya da kendisine ithaf yazılmış sevda cümleleri oluyordu. Durumun bir diğer esrarengiz yanıysa mektupları yazan kişinin sanki kendisini çok iyi tanıyor oluşuydu. Hatta bir mektubun bir cümlesinde "Sen benim ruh ikizimsin" demişti yazan kişi. Tam üç aydır neredeyse eksiksiz, hergün bırakılan mektupların sahibini öyle çok merak ediyordu ki Ophelia; ama hiç bir zaman da görebilmek için erkenden uyanıp pencereden gözlemedi yazan kişiyi. Çünkü o kişinin kendisini gördüğü zaman, bu mutlu büyünün bozulabileceğinden, hatta mektupların kesilebileceğinden endişe ediyordu. Ve ne yazık ki yazdığı mektuplardan başka hiçbir iz yoktu Ophelia’nın elinde o kişiye dair.
Fakat görebilmek ve onu tanıyabilmek adına içinde taşıdığı umudu da hiçbir zaman kaybetmiş değildi. Bu sırrını ise sadece düşünce tepesiyle paylaşıyordu. Yaşamında şu ana kadar daha önce hiç hissetmediği bir duygu fırtınası yaşıyordu sanki. Ama ruhuna en çok hakim olan duygu, merak ve gizdi. Nasıl biriydi bu sır dolu adam, neden ardı arkası kesilmeyen sevda mektupları yazıyordu sürekli ve neden hep aynı gelinciğin yanına bırakıyordu mektubunu?
Mektuplarını ise genelde, "tatlı düşüme" ya da "gelinciğime" kelimeleriyle bitiriyordu. Ophelia’nın tek yaptığı şey mektupları tekrar tekrar okumak ve beklemekti...
Bu sefer tepeye çıkmak yormuştu Ophelia’yı. Yapması gereken bir sürü işe rağmen bir türlü yerinden kalkamıyordu. Mum alevi ise gittikçe kısıklaşıyordu. Her şeye rağmen ruhunda tatlı bir yorgunluk hissediyordu... Bezgin oluşundan ola gerek, oturduğu koltukta, gözleri kapanıverdi birden Ophelia’nın...
Birden kendini daha biraz önce gittiği tepede buldu Ophelia. Hava oldukça karanlıktı. Neler olduğunu ve nasıl olup da kendini birden düşünce tepesinde bulduğunu düşünüyordu şaşkınlıkla. Etrafına bakınıyor ama karanlıktan başka hiçbir şey göremiyordu. Birden gündüz gördüğü, sürüden ayrı kendisiyle dans eden kuşu gördü. Karanlığı yararak, en beyaz haliyle parıldayarak kendisine doğru yaklaşıyordu kuş. Hala neler olup bittiğini çözememiş, büyük bir hayretle kendisine doğru uçmakta olan kuşu gözlüyordu. İyice yanaştı beyaz kuş. Birden Ophelia’nın omzuna konuverdi. Dona kalmıştı Ophelia, hiç kıpırdatamıyordu bedenini. Kuş gagasını Ophelia’nın kulağına yaklaştırdı ve şöyle fısıldadı :
"Sevdalı cümlelerin sahibi düşünce tepende gizlidir,
düşünce tepen hayal tependir,
düşünce tepen düş tependir,
kalbinle düşünerek bakarsan bir kez daha düşünce tepene,
geçmişten uçar süzülerek, görünür sevdalı cümlelerin sahibi,
tıpkı biz kuşlar gibi..."
Dedi ve kayboldu bir anda beyaz kuş. Bu olanlar karşısında şaşkınlığı daha da çoğalmıştı Ophelia’nın. Bir yandan olanlara hayret ediyor, bir yandan da beyaz kuşun kulağına fısıldadıklarını düşünüyordu. Birden arkasından bir aydınlığın süzüldüğünü fark etti. Işığa doğru döndüğündeyse ışıl ışıl parlayan, dev bir kilise gördü. Korku ve merakla, yavaşça kiliseye doğru yönelmeye başladı. Orta çağ devrinden kalma, harap bir hali vardı kilisenin. Kapıyı ürkerek açtı usulca, içeride neredeyse onlarca insan, parlak ışıkların altında müzik dinliyor ve şarap içiyorlardı. Bir süre aralarında gezindi ama kimse kendisine bakmıyor, sanki görmüyorlardı kendisini. Birden siyahlara bürünmüş, bembeyaz yüzlü bir rahibe merdivenlerden aşağı doğru inmeye başladı. Rahibenin kendisini görebildiğini düşündü, çünkü gözlerine bakarak geliyordu yanına doğru. İyice yaklaşan rahibe, bir süre baktıktan sonra Ophelia’nın gözlerine : "Odanız yukarıda Bayan Ophelia, buyrun size eşlik edeyim" dedi.
Ophelia?nın dudaklarından sadece "tamam" kelimesi çıktı. Birlikte bir üst kata çıktılar, koridorda epeyce ilerledikten sonra önünde başka bir rahibenin beklediği kapının önünde durdular. Baş rahibe Ophelia’ya dönerek : "Arkadaşımız size gece boyunca refakat edecek, ve emin olun huzurlu bir uyku geçireceksiniz" dedi.
Ophelia sadece başını sallayabildi söylenenler karşısında. Diğer rahibeyle birlikte odaya girdiler; rahibenin elinde beyaz, uzun bir gecelik vardı, geceliği Ophelia’ya uzatarak : "Bu gece bunu giyeceksiniz, bu kıyafet sizin için mevsimler önce dikildi, ruhunuzun huzurla kaplanmasına ve arzularınızın gerçek olmasını sağlayacak. Şimdi bir süre çıkmalıyım, tekrar geleceğim lütfen rahat edin" dedi. Ophelia bir süre odanın ortasında düşüncelere boğuldu. Sonra odayı süzmeye başladı. Ne kadar da benziyordu kendi odasına. Tıpkı kendi odasında olduğu gibi yatağın arka tarafındaki duvarda, turuncu rengin yoğun olduğu, sadece tek bir tablo asılıydı. Açık sarı rengindeki gardırop bile aynı yerdeydi. Bir yandan hala neler olduğunu anlamaya çalışıyor, bir yandan beyaz geceliğini giyiniyordu. Sonra nereden geldiğini anlayamadığı bir müzik duydu odanın içinde. Rahatsız etmeyen ve tuhaf bir şekilde huzur veren bu müzik iyice uykusunu getirmişti Ophelia’nın. Yatağa uzandı, gözlerini kapadı ve yaşadıklarının gerçek mi yoksa düş mü olduğunu düşündü.
Tam o anda birden kendini kocaman bir bahçenin ortasında buldu. İçinde sevdalı cümlelerinin sahibinin yakınlarda bir yerlerde olabileceğine dair kuvvetli bir his vardı. Oldukça kasvetli ve ürkütücü bir görüntüsü vardı bahçenin. Birkaç metre yürüdükten sonra ayaklarının yerden kesildiğini gördü. Tuhaf bir güç tarafından kontrol ediliyordu sanki. Kendini bir başka odanın içinde buldu. Aradığı adamın çok yakınlarda olabileceğine dair içindeki his iyice kuvvetlenmişti. Oda oldukça loş olduğundan, duvar köşesinde zorlukla seçilebilen sehpanın üstündeki mumu ve kibriti alarak yakmaya çalıştı. Tam mumu yakmıştı ki, odanın kapısı gıcırdayarak açıldı yavaşça. Ophelia’nın içi hem endişe hem de coşkuyla doldu. Kapının ardından aradığı kişinin gireceğini düşünüyordu odaya. Heykel gibi kımıldamadan kapı aralığına dikti gözlerini. Ama bir anda çirkin, hafif kamburu olan, yüzü kırışıklarla dolu bir cüce belirdi kapının dibinde... Yüzündeki korku dolu ifadeyle, daha " sen kimsin" bile diyemeden Ophelia, cücenin dudakları bilgece kımıldadı : " Benden korkma sakın. Sana zarar vermem... Sabret... Çok az kaldı... Birazdan gelecek...?"
Bu sözler üzerine Ophelia’nın içi biraz olsun rahatlamıştı. Sonra cüce tekrar konuştu : " Şimdi uzan yatağına, ama sakın beyaz geceliğini çıkarma üzerinden, seni böyle görmeli." dedi ve kayboldu... Ophelia içinde onu görebilecek olmanın verdiği büyük coşkuyla odadaki yatağına uzandı, bir kez daha kapadı gözlerini...Ve bir anda kendini yine yemyeşil düşünce tepesinin üstünde buldu.
Hava kararmak üzereydi. Bir anda yaşadıklarını düşündü. Uyanmış olmasına rağmen hala gördüklerinin düş mü yoksa gerçek mi olduğuna karar verememişti. Kim bilir kaç saat uyuya kalmıştı tepenin üstünde. Hızlıca toparlandı ve şaşkınlıkla evinin yolunu tuttu. Tam kapıdan içere girmek üzereydi ki bahçesinde daha önce hiç görmediği genç bir adamın beklediğini fark etti. Adamı görür görmez tuhaf bir çarpıntı hissetti kalbinde. "Buyrun ne istemiştiniz" dedi Ophelia adama. Adam güleç bir tavırla, "Ben yan komşunuzum yeni taşındım, etrafı kolaçan ederken bahçenizde tek duran bu gelinciği fark ettim, gerçekten çok hoşuma gitti; doğrusu bu gelincik için bir şiir yazmak isterdim? dedi adam.
Ophelia gördüğü düşü anımsadı, yüzü sarardı, heyecanlandı, ürperdi ve " Şey... Olur tabii, neden olmasın, gelincikleri ben de çok severim... Madem yeni komşumuzsunuz size sıcak bir kahve ikram edebilirim, kekim de var? dedi. Adam yine kibar ve güleç bir ifadeyle : "Gerçekten çok memnun olurum" dedi...
Oktay Coşar