İbrahim Çam*

“Zayıf bir bıldırcın Hak şarabıyla mest olursa değerli bir doğan kuşu olur.” 1

“Bir mü’min, altından yapılmış bir put bulsa hiç onu Şamanlara bırakır mı?” 2

Mevlâna

YAMAN DEDE / ABDULKADİR KEÇEOĞLU

( 1887 – 1962 )

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlellâh
Nasıl bilmem bu nîrâne dayandım yâ Rasûlellâh
Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Rasûlellâh
Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Rasûlellâh
...

“ Yüz sürdü hâk-i pâyine çok Müselmân dede
Mollâ-yı Rûm görmedi senden Yamân Dede.”

Y.Kemâl Beyatlı

“ Tasavvuf, bilmek işi değil duymak ve olmak işidir. ”

“ Yeni olacak hiçbir şey yok. Her şey ezelde olmuş ancak, şimdi görüntü perdeye yansıyor.”

YAMAN DEDE

Yukarıdaki sanat değeri yüksek “murabbânın” bir dîvan şâirine ait olduğunu düşünebilirsiniz. Ben de yıllarca bu na’atın dîvan şâirlerinden bir Mevlevî şâirine ait olabileceğini tahmin ediyordum; çünkü “Yaman Dede” ismi bu düşünceyi pekiştiren en kuvvetli delil gibi duruyordu.

Lise yıllarımızda, meşhur mevlithanların ya da tasavvuf musikîsi okuyucularının yanık seslerinden dinlediğimiz, her dinlediğimizde veya okuduğumuzda, eserin derinliğindeki etkileyici anlamın, akıcılığın, coşkun bir ateş seli olup, gönlümüzü bir yangın evine döndüreceğini , gönlümüzde derin oyuklar açacağını ,nereden bilecektik? Ayrıca nasıl bilecektik? Şiirin, dilimize pelesenk olup da duygularımızla harmanlanarak kalp atışlarımızın ritmini bozacağını, ruh dünyamızda derin depremlere neden olup , günül aynamızı kirden, pastan, tozdan arındırıp cilâlayarak maveralara, sevgililer sultanına çevireceğini ; gönlümüze “ Semt-i Harameyn ” den sonsuzluk râyihaları taşıyacağını...

Çocukluğunda Ermeni ve Hristiyan. ilk mektep sıralarında Mevlâna’ya sonsuz bir aşkla bağlı ve büluğa ermeden mü’min... Kırk yıl sakladığı iman ve aşk gerçeğini, mesnevî beyitleri arasında pişirmek , “Ahmet Remzi (Akyürek) Dede ”nin vasıtasıyla Hz. pîrin mumundan tutuşarak alev alev yanmak... Gönlündeki peygamberi yangını ” aşk iğnesiyle” ilme ilmek satırlara nakşetmek...

Bu sûfî şairin, daha sonra Müslümanlığını îlan ederek adının “ Diyamandi ” iken ” Abdulkadir Keçeoğlu “ olduğunu öğrenecektik . Bu aşkın bedelini, evinden ocağından kovularak ödediğini, kırk yıl gizli gizli, ramazanda sıcacık aile yuvasında iftar etmeden sahura kalkmadan oruç tuttuğunu , İstanbul’un ücra ve tenha mescitlerinde namazını kıldığını geç duyacaktık . Sanki hislerimizin kulağı kapanmıştı. Neden geç duyacaktık ? “fenâ fil Mevlânâ” olup onun izinden giderek Hz. Muhammed’in (sav) aşkıyla yandığını...

Nasıl bilecektik ? Bu na’atın seksenli yıllarda bir derginin (İslâm Mecmuası) arka kapağında yayımlanmadan Abdulkadir Keçeoğluna ait olduğunu, bu sûz- i dil na’atın
“ Mütekerrir Murabba” olduğunu . Ayrıca hiçbir aruz hatasına düşmeden “ mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün/ mefâîlün . “ veznini ustaca kullanarak, takti’lerini yerine oturtup, kafiyelerinde sağlam bir ahenk yakaladığını ; na’atıyla :“ Bu alanda mutlaka bizim de âşıklar defterinde , meftûnlar listesinde adımız anıla” demeye çalıştığını...

Bilemezdik çünkü ne bir ansiklopedide hayatına , ne ciddî bir şiir antolojisinde şiirlerine , ne de “ Edebiyat alanında ismine rastlayabildik . Ders kitaplarında mı ? Zinhar olamazdı . Yaman Dede’nin” Dahîlek Ya Rasulullah” isimli na’atı. Ya küçük çaplı ilâhî ve kasîde kitaplarında ya da yalnız na’at kitaplarında bulunabilirdi .

Niçin yoktu ? Sorusunun kimilerine göre haklı; kimi çevrelere göre de sinsi ve ideolojik gerekçeleri vardı: Nasılsa “ Divan şiiri estetiği ve geleneği ” çoğu eli kalem tutan üstatların yazdığına ve genel kabule göre Fuzûli, Bâki ve Nâbî... ile kemâle ermiş ; köklü bir tasavvuf, dînî musikî ve edebiyat eğitimi alan Galata Mevlevi Hanesi Şeyhliğine kadar yükselen, şiirde “ Hint Üslubu” nu en iyi temsil eden Şeyh Gâlip’le zevâl bulmuş ve Üstat da zaten kendi büyüklüğüne ve dîvan şiiri estetiğine yakışır şekilde mührünü basmıştı şiir adına; Hüsnü Aşk’ıyla, Naat’ıyla...

Kimi “edebiyat” çevrelerine göreyse batılılaşma sürecine girdikten sonra Osmanlıca öğrenmeye, dîvan şiiri estetiğine bağlı kalmaya, eski Türkçeyi bilmeye; ruhtaki estetiğin ve zarâfetin izlerinin görüldüğü, batıdaki resim sanatında karşılığı bir türlü bulunamayan hat sanatını, tasavuf musikîsini meşk etmeye ihtiyaç yoktu; çünkü bunları sevmek, bu eserleri okuyup yazmakla meşgul olmak, faydasız bilgilerin hamalı olmak sayılıyordu ; ayrıca üniversite imtihanlarında bu konulardan soru da sorulmazdı.

Ayrıca Osmanlı Türk Tarihini, kültürünü sanatını yok saymayı önerebilen, dil ve kültür fukarası “ yarı aydın derin bilge ” aklıevveller bile çıkabiliyordu bu ülkede. Sonuç mu işte size bir kare fotoğraf : Kimi câmilere yazdığı “ hat ve tezhip ” sanatını resim gibi algılayan, ayet-i kerimeyi hadis-i şeriften ayıramayan, okuyamayan yanlış yazan “ şabloncu ve türedi ” hattatlar,Kıblet-ül Küttab (Hattatların Kıblesi) olarak anılan Şeyh Hamidullah 'ların ,Kara Hisârîlerin, Hattat Hâmitlerin, Hafız Osmanların kemiklerini sızlatarak cirit atıyor bu ülkenin şehrinde kasabasında...

Alışmıştık ” oryantalist ” kafaların tanımladığı ön yargılara şeksiz şüphesiz iman etmeye ” doğrudur efendim ” lere. Bu yetmiyormuş gibi bir de bize tarif edilen cenahtan gidip, çok da tanıdık gelmeyen dürbünlerden ve sanal gözlüklerden belirlenen, kültürel bünyemizi tırmalayan, sisli “ müstehcen ” göz kulak ve damak estetiğimizi uyuşturan ” say ki sanat ” ürünlerini seyretmeye okumaya ve ezberlemeye...

Ne yazık ki ne baktığımız yer ne de taktığımız gözlük bize göreydi; zira olaylara ve mekânlara nereden ne zaman ve ne şekilde baktığımız da çok önemliydi: Bu fark, “Bu şehr-i Stanbul’a” Çamlıca Tepsi'nden bakmakla, Kalamış Koyu’ndan bakmak gibiydi.

Düşünce ve kültür alanlarımızın etrafına örülen yüksek surlardan, sadece ip cambazlarını görmeye çalışıyorduk. Kültür hazinemiz ya mahzenlere hapsediliyor ya da imha ediliyordu. Sonuçta ruhsuzlaştırılıyorduk. Altımız boşaltılıyordu, biz bunun farkında değildik: Edebiyat ve sanat dünyamızdan, tasavvuf hayatımızdan, sessizce gelip geçenleri, berrak bir su gibi beyaz taşların arasından uğrun uğrun sızıp giden Yaman Dede gibi daha nice sanat adamlarını; günümüzde ” aruz ” vezniyle de şiirler yazmaya devam eden kimi mutasavvıf şairleri ,tanıyamadık genç nesillere tanıtamadık ya da görmezlikten geldik. Nasıl bilecektik ? “Yaman Dede’nin yanar dağ gibi gönlünden, aşk-ı Muhammed’inin ateş seli olup şiire döküldüğünü, tasavvuf çeşmesine yolumuz düşmeden, oradan bir yudum su içmeden...

Eserin yazarıyla birebir görüşme imkânımız olmayabilir, farklı zaman dilimlerinde çok uzak coğrafyalarda yaşıyor olabiliriz. Yazarı, aşklarıyla, nefretleriyle, vehimleriyle; gamıyla kederiyle, sevinciyle satırların aralığında, kelimelerin kalbinde, gösterişten uzak eserlerinde ve sıcacık samimî üslûbunda bulabiliriz. Yeter ki aşk ve ıstırap akan içli ifâdelerin ilmeğini, gönül çentiğimize takmasını bilelim.

Ne yaparsanız yapın tarafgirlik sanatta hiç olmuyor. İşte klâsik eserin farkı ve sihirli gücü burada. Zamanı delip mekânı aşarak kültür soframıza, şiir dünyamıza bütün mükemmelliğiyle gelip oturuyor ve yaşıyor klâsik eser, yaşamalı da: Ansiklopedilerde şiir antolojilerinde ders kitaplarında ve daha da önemlisi İlâhî aşkla yanmaktan yana meyli olan saf gönüllerde...

İnsan aşık oldu mu böyle aşık olmalı, yandı mı böyle yanmalı.
Sana gıpta ediyorum Yaman Dede mekânın cennet mihnetin rahmet olsun...

YAMAN DEDE'NİN ŞİİRLERİNDEN BAZILARI


DAHİLEK YÂ RASÛLALLAH

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlellâh
Nasıl bilmem bu nîrâne dayandım yâ Rasûlellâh
Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Rasûlellâh
Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Rasûlellâh

Yanan kalbe devâsın Sen, bulunmaz bir şifâsın Sen
Muazzam bir sehâsın Sen, dilersen rûnümâsın Sen
Hâbîb-i Kibriyâsın sen Muhammed mustafâsın sen
Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Rasûlellâh

Gül açmaz, çağlayan akmaz, İlâhî nûrun olmazsa
Söner âlem, nefes kalmaz, felek manzûrun olmazsa
Firâk ağlar, visâl ağlar, ezel mesrûrun olmazsa
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlellâh

Erir cânlar o gül-bûy-ı revân-bahşın hevâsından
Güneş titrer, yanar dîdârının bak ihtirâsından
Perîşân bir niyâz inler hayâtın müntehâsından
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlellâh

Susuz kalsam, yanan çöllerde cân versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlellâh

Ne devletdir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek
Nasîb olmaz mı Sultânım haremgâhında cân vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında cân vermek
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlellâh

Boynu büktüm, perîşânım, bu derdin sende tedbîri
Lebim kavruldu âteşten döner pâyinde tezkîri
Ne dem gönlüm murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîr’i
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlellâh


KURBAN KURBAN ÜSTÜNE

Hamdülillah verdiler hicrân hicrân üstüne
Bahşolundu rûhuma nîrân nîrân üstüne

Akseden a’mâk-ı şebden rûhumun feryâdıdır
Her telimden cûş eder efgân efgân üstüne

Göreli bir sâz-ı firkat âh ile ülfettedir
Şükretmezsen olur küfrân küfrân üstüne

Öyle bir nûr-ı Hüdâ mecnûn-ı aşk etmişki dil
Sahve gelmez, gelse de Lokmân Lokmân üstüne

Kalbimin her zerresinde nâr-ı Aşkullah var
Hûn-ı dilden münceli Furkân Furkân üstüne

Bir şehrin mahbûbuna baş vermeyi kılsın nasîb
Konmam asla vermeye kurbân kurbân üstüne

NEY**

İçi boş benzi sararmış ona aşıktır mâye
Derd-i hicrân ile inler eder âh leylâye
Arz eder hıçkırarak aşkını hep Mevlâye
Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlânâye!..

Bu cihânın ötesinden geliyor nâmeleri
Kanatır sîneyi kalbi deler elbet ciğeri
Erişir mi buna kudret buna insan hüneri
Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlânâye!..

Yaman DEDE
______________________:::__________________________

*İbrahim Çam: TDE öğretmeni
1.Mevlana Celâleddin Rûmî, Divan-ı Kebir Seçmeler.3.cilt Sayfa : 218
Hazırlayan Şefik Can.Ötüken Yayınları.İstanbul
2. Şark İslam Klasikleri,Mesnevi, Mevlana ,1.cilt sayfa 232.Çeviren Velet
İzbudak.MEB Yayınları İstanbul 1990
** “ ney ” isimli şiir Mehmet Doğramacının internet sitesinden alınmıştır.
( Böyle Bir Yanmak başlıklı yazı İbrahim Çam tarafından 13.07.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.