Hani zaman zaman,
yalnızlık hissi ağır basar ya, işte o zaman kaçar kantarın topuzu. Siz her ne
kadar aidiyet duygusunu damarlarınızda, yüreğinizde, beyninizde hissetseniz de
bir bakmışsınız ki; aslında o bütünün bir parçası değilsiniz.
Peki, ya diğerleri…
Onlar tam anlamıyla oraya ait mi yoksa tamamen bir yanılsama mı görünen.
Huy, karakter ve mizaç
farklılıkları bu denli ayan beyanken, nasıl oluyor da bu denli uyum içindeler
birbirleriyle…
Bazen hatta çoğunlukla
aynı duyguları hissetseniz bile, bunu ifade etmek pek de mümkün olmayabilir. Kimi
vardır; ayrı telden çalar, kimi vardır; daha dünden razı kurulan düzenin
kurallarını kanıksamaya.
Bazen hatta çoğunlukla
yanlış anlaşılmak öyle olası ki… Bunlar öylesine ince çizgiler ki: Samimiyet laubalilik
ile kolayca karıştırılabildiği gibi ciddiyet de rahatlıkla ukalalık olarak
algılanabilir.
Bir de şu gruplaşma
denen olgu: Sosyolojik açıdan ne denli irdelersek irdeleyelim, günümüz
tabiriyle insanların aynı frekansta olmaları ile ilintili.
Sevginin, takdirin,
yalnızlığın, paylaşımın, birlikteliğin ifade tarzı belki de insanı farklı
kılan. Öyle ya, hepimizin farklı bir hikâyesi var. Öğretiler, yaşanmışlıklar,
bariz kişilik özelliklerimiz, yetiştiriliş tarzımız ve bakış açımız ana etmenler
bizi birbirimizden farklı kılan.
Öyle ki; bireyin
hassasiyet tablosu bile başlı başına farklı kılabilmekte sosyalleşme sürecinde.
Aslında tek çözüm
olarak; o ortamdan uzaklaşmak cazip bir seçenek gibi gözükebilmekte. Ama nereye
kadar sürecek ki bu kaçış: Bu gün o ortam yarın çok başka bir topluluk derken,
nereye varır. Eninde sonunda hepimiz sosyal varlıklarız. Üstelik herkes
birbirini sevip, kabullenmek zorunda da değil. Medeniyet çerçevesinde,
sınırları zorlamadan, saygıyı yitirmeden herkes üstüne düşen yapmak zorunda.
Çatlak sesler zaten
dinamizmi ayakta tutan olması gereken ve kaçamadığımız bir faktör. Ne de olsa
dinamizmi tetikleyen muhalifler eninde sonunda kendini belli etmekte. Ayrıca
bürünülen roller, genelde duruma uygun takılan maskeler aslında medeniyet denen
‘’tek dişi kalmış canavarın’’ hayatta kalma kaygısı. Yoksa çıplak yüzlerimiz ve
çıplak ruhlarımızla yok olmaya programlıyız.
Topluluk içinde
güvenebildiğimiz tek bir kişi bile olsa, tüm olumsuzlukları kolaylıkla bertaraf
etmek olası. Ve tabii ki; edinilen ilke, grubun idealleriyle örtüşüyorsa bu da
diğer bir etken, bizi mozaiğe dâhil eden.
Ve mantık… Kiminin ilk
anda, kiminin son noktada devreye soktuğu olmazsa olmazımız. Aslında,
duygularımızın ezeli rakibi ve hayatımızı idame ettirirken en çok ihtiyaç
duyduğumuz olgu.
Kısaca, tam bir kaos
bizleri yönlendiren ya da yoldan çıkaran. İnsan olmanın sırrı ya da diğer bir
deyişle…
Kim bilir belki de
fazla ciddiye almamalı hayatı. Bizler nasıl oyuncağı isek hayatın, ara sıra
kontrolü de ele geçirmek lazım. Düzen diye nitelendirdiğimiz onca şeye rağmen,
yeri geldi mi; muhalif olmak da lazım. Yoksa nasıl çıkar hayatın tadı…
Zaten renk katan,
gökkuşağının farklı farklı renkleri ve dinamizmi ayakta tutan farklı renk ve seslerin
kombinasyonu değil mi…
Uzun lafın kısası;
hepimize iyi kötü bir yer var bu düzenekte. Bize düşen ise doya doya tadını
çıkarmak, her şeye rağmen üstelik…