Pazartesi günü sabah erkenden Eskişehir'e doğru yola çıktım. Öğlene doğru Eskişehir'deydim.
Akademi Yunus Emre Kampüsü bahçesine girdiğimde iyice heyecanlanmıştım. Sınava
girmediğim için listelere bakmama gerek yoktu. Doğrudan Öğrenci işlerine gittim. Sınıfımı ve
numaramı söyleyerek durumumu sordum. Yaklaşık yarım saat beklemeden sonra bir memur okulla
ilişkimin kesildiğini söyledi. Bildiğim halde nedenini sordum. Memur iki dersten son hakkıma
girmediğim için atıldığımı söyledi. Kendisine "sınavlara girmeyişimin geçerli bir nedeni olduğunu"
söylediysem de, ben sadece sonucu bildiriyorum size. Mazeret bildirmemişsiniz, üstelik mazeret
sınavları da çoktan geçti cevabını verdi.
Hiç bir şey yapılamaz mı diye sorduğumda, biraz da sinirlenerek "Ne bileyim kardeşim, dedim ya
ben size durumunuzu söyledim, hakkınızı arayacaksanız başka yerde arayacaksınız" Diyerek
kestirip attı. Bu tahmin ettiğim bir durumdu. Ancak yine de dünya başıma yıkılmıştı. İşte darbe
üstüne darbe diye buna denirdi.
Yine ayakta zor duruyordum, genç yaşıma rağmen bu yükü kaldıramıyordum. Allah'dan bahçeye
yeniden çıktığımda bir arkadaşımla karşılaştım. Arkadaşıma durumu anlattım. Sakin olmamı
istedi. Birlikte biryerde oturalım biraz kendine gel, teklifini geri çevirecek durumda olmadığım
için hemen kabul ettim.
Şimdi ne yapacaktım ben, babama, anneme durumu nasıl izah edecektim. Tabi ki bütün bu
soruların cevabını arkadaşımla da konuştuk. O beni teselli etmeye çalıştı ama fayda etmedi.
-Bu durumda memlekete dönemem ben.
-Peki ne yapacaksın? Bu şehirde kalamazsın zaten.
-Bilmiyorum
-Bence en güzeli dön İzmit'e ve anlat her şeyi, nereye kadar saklayacaksın.
-Bilmiyorum dedim ya, yok gidemem ben burası olmazsa başka şehir.
-Bu halinle ne yapabilirsin, aç susuz kalırsın.
-Elbet bir şeyler yaparım, toparlarım kendimi.
-Bak ben yarın Sivas'a dönüyorum, orada babamın bir nalburiye dükkanı var, istersen babamla
konuşayım benimle gel, orada çalışırsın. Kendini toparlayana kadar bir müddet dükkanda yatar
kalkarsın. Biz de de kalabilirsin tabi ki, ama çok kalabalık bir aileyiz rahat edemezsin diye
öyle diyorum.
-Olur, çok teşekkür ederim, başka çarem yok, gelirim.
-O halde ben Postahaneye gidip babamı arayayım. Sen nerede kalacaksın?
-Otogarın arkasındaki okula ilk geldiğimiz zamanlardaki otelde, Mevlüt amcanın orada
kalırım.
-Tamam bildim, iyi ben de işim bitince oraya gelirim, konuşuruz.
Arkadaşımdan ayrıldıktan sonra çevrede pek kimseye görünmemeye çalışarak otelin yolunu
tuttum. Söz konusu otelde genelde öğrenciler, polisler ve o zamanki Eskişehir garajına yakın olduğu
için otobüs şoförleri kalırdı. Otel sahibi Mevlüt amca bizi bir kaç yıldır tanıdığı için gelişlerimizde
indirim yapardı. Hatta bazen paramız olmasa bile bir kaç günlüğüne idare ederdi.
Ama Mevlüt amca beni gördüğünde ilk anda tanıyamadı bile
-Buyur evladım
-Merhaba Mevlüt amca
-Kim?
-Tanımadın mı Mevlüt amcam, ben Fikret
-Hangı Fikret
-Ünalan ya, Mehmet Fikret ÜNALAN
-Vah bizim tombul Fikret, oğlum ne oldu sana, rejim falan mı yaptın sen?
-Yok amcam, pek öyle sayılmaz.
-Oğlum ya, çok zayıflamışsın, çok değişmisin, tanıyamadım kusura bakma, Allah Allah...
-Önemli değil, haklısın amcam, iki kişilik odan var mı, bir arkadaşım da gelecek az sonra.
-Var oğlum var, olmaz mı, size o da olmaz mı hiç.
Ben odaya doğru çıkarken Mevlüt amca halen arkamdan Allah, Allah diyerek şaşkınlığını
sürdürüyordu.
Almış altıncı bölümün sonu
Mehmet Fikret ÜNALAN