Yakılmış, yerle yeksan edilmiş bir
fragman adeta hayatın ırmağında sönen sözcüklerin de dil yarası ve emre amade
gülüşler bulvarı.
Bir kıvılcım tahayyül edilesinden de
fazla yalnızlığın ırgat topraklarında alev almasına sebebiyet veriyor içimdeki samanlığı
bazen bir at gibi kişneyen bazen sessizliği dişleyen o boyutsuz ruhumda sarpa
sarıyor sözcükler.
Umudun kırık tekeri ne ki ne?
Kırgın kalbime filan da atıfta
bulunmuyorum üstelik.
Kırık kalemden boca edilmiş bir
yakarış ve künyemde ışıldayan adım kadar sakil mi sahi kaleme almadığım
duygular.
Ötenazi yapılmış bir şiirin bekası
yaralı iklimin kanadında saklı o darağacı.
Görüş alanıma giren girmeyen ne varsa
sağdığım kadar ruhumu sarmalında bilinmezin ve işte ansızın tutulan nutkuma
rağbet olsa bitpazarına ne çok rahmet yağardı.
Ayırdındayım gecenin.
Ayıp bir minval değil asla şiirin
kalp çarpışında yüklendiğim kâh sessizlik kâh sonu gelmeyen nidalar bulvarı ve
açık ara farkla öndeyim sağdıcım rüzgâr sayıp söverken baş eğdiğim yalan,
düzene baş koyduğum varlığımsa asla tekdüze değil.
Duy da inanma!
Bir t-cetveli adeta kalemin
parmaklıklarında saklandığım.
Düşlerimin kırık tekeri meftunu
olduğum yabancı duyguların da kayıp iken peştamalı.
Hain düşler ordusu…
Yaralı düşler olgusu…
Hazır ol da geçen hayatım ve istifli
dualarım…
Şimdilerin yaralı ceylanı içinde
saklı iken de o kırık sarnıcı ve işte eğilip bükülmeden yaşamanın mezarıdır
asla inkâr edemediğim asla iddia edemediğim asla da itiraz edemediğim gönlün
Beyrut’u ve yalnızlık ülkem…
Sergüzeşt sevinçler taşıyorum
heybemde ama yetmiyor.
Sözcükler bombardımana tutuyor
yüreğimi ve aralarından bir seçim yapmam öyle zor ki:
Kıyamet alameti bir sevgi benimki ve
gönlün mefkûresi odaklandığım onca duygunun aslında yok iken albenisi elle
tutulur bir şeyler diliyorum Tanrıdan ve elimden kayıp giden hatıralarımın
yasını tutmaktan da men ediyorum kendimi artık kimin hatırına ise ve de gücüme
giden onca yalanı onca sahte sevgiyi boykot ediyorum…
Ben bir imla hatasından ibaretim.
Ben yaralı bir ülkeyim.
Ben yamalı bir yüreğim.
Ben Yaratan’ın mucizesi etten
duvarlar da örmüşken çevreme…
Baskına uğradığım bir gün daha ve
tepside soğumuş kalmışken annemin çayı ve elimi çabuk tutup açıyorum
çaydanlığın altını alt edilmiş ruhumla arz ediyorum yüreğimin demini.
Soyut bir ışık aydınlık kılan ölümü.
Karanlığın gücüne zaman zaman yenik
düştüğüm.
Somuta dönüştürmek adına tüm
varsayımları ve işte veryansın edip gecikme ile alıyorum yerimi ve yaşasın
çocukluğum ve de yaşasın tüm çocuklar…
Okulların açıldığı bir Eylül
Pazartesisi…
Yağan çığlıklar elbet sevinçten
aklını oynatmışçasına okula koştuğum günlerin hesabını hep mi tutacağım?
Yarım asrı devirmişken hali hazırda
saklı öğrenci ruhumu kime emanet edeceğim?
Ya da öğretmenlik yaptığım zamanların
tarihçesinde hep mi hep mi çentik atacağım yarıda kalmış öğretmenlik mesleğime
ihanet etmenin bedellerini hep mi ödeyeceğim?
Açık uçlu sorular kitaplığımda asılı
yüzlerce kitap okumaya ara verdiğim.
Yüzyıllığın yalnızlığını yaşıyorum
çünkü ne okul çantam var ne de su dolu mataram ve çaydanlığın altı halen açık.
Çay demli olsa ne ki dert yüklü iken
insan?
Soğuk bir rüzgâr üşütürken bedenimi
sonbahar hep mi çalacak sazını?
Sızımla sızan bir isyan yüreğimden.
Çöreklendiğim şu izbeler.
Çömeldiğim annemin başucu…
İyi de kim götürecek beni okula bu
saatten sonra ve ben kime hesap vereceğim babam gittikten sonra?
Vermediğim ne malum ve ben her gün
kendimle cebelleşip kendimle istişare ederken yalan da değil hani her ayrıntı
için kendime hesap verdiğim ara sıra annemle paylaşıp onun da acısını katlarken
kim ütüleyecek yüreğimin kat izini ve buruşukluğunu?
Elimde bir meşale okul yolundayım.
Elimde kalın bir dosya öğretmenler
odasının yolcusuyum.
Oysaki hiçbir şey dünde asılı kaldığı
gibi değil çünkü kimse ama hiç kimse geçit vermiyor bana:
Ne yoklamada adım okunuyor…
Ne de öğrencilerimi yoklama
yapabiliyorum çünkü ben tekim çünkü ben yalnızım çünkü ben çürümüş
hayallerimden yazılar ve şiirler örmekten başka hiçbir şey yapmıyorum ve
annemin sesini duyuyorum:
‘’Çay daha ısınmadı mı?’’
Yuvarlanacakken uçurumdan ve
düşecekken tepemin üstüne tepem attığı kadar da tepelerken dünde kalanları ve
bir tekme daha savuruyorum içimdeki isyankâr çocuğa:
‘’Yetmedi mi bunca hırçınlığın? Ne
sen eski sensin ne de öğrenci ne de öğretmensin sen…’’
Üç noktalı bir küfür savurmalı mıyım
içimdeki hayal kırıklığına ya da edebimi bozmadan kabullendiğim hayatın keyfini
mi sürmeliyim?
O günler asla geri gelmeyecek ve
mademki annem yatağından kalkıp beni okula götüremiyor…
Tek derdim bu mu yani?
Okul yolu bana çok uzak ve okul
yolunda beni bekleyen hiç kimse yok:
Ne öğretmenlerim ne arkadaşlarım.
Ne de öğrencilerim.
Eğitim-öğretim yılının ilk günü ve
ben nelerin derindeyim?
Elimde olanla yetinmekten fazlası da
gelmez iken elimden…
Çaydanlığın altını kısıyorum ve
gözlerimi de kısıp içime akıtıyorum gözyaşlarımı…
Yine de kurcalıyor o soru aklımı
cevabından emin olsam da…
Sahi, beni okula kim götürecek?
Ve sesleniyorum anneme:
‘’Kahvaltı hazır, anne…’’