Cuma Yazıları

 

Konu: Ses Çıkartmadan Yansıttım Çığlıklarımı

 

Yaz mevsiminin kavurucu sıcaklığından buharlaşan sular yükseliyordu gökyüzüne. Her bir buhar damlası zamanı geldiğinde gök gürültüsünün eşliğinde inecekti yağmurlarla yine yükseldiği yerlerin üzerine. Yağmur mevsimi geldiğinde ben ses çıkartmadan yansıttım çığlıklarımı her bir yağmur tanesiyle göklere. Rutubetli evlerde geçen gençlik, boğuk yaşam hikayesiydi aslında bütün yaşanmışlıklar…

 

Hayatta kavgaları on altı yaşına girerken başlar. Fakir hanelerin umutla yolculuğudur bu kavgalar. Kime dokunursan hüzün yapışır ellerine, kimi seversen yalnızlık kalır yüreğine. Neyi almaya çalışsan yokluk dikilir karşına. Nasıl görmek istersen sevdiklerini, vefasızlığı koyarlar yanı başına. Denizi olan şehirde oturup da, yıllarca deniz kıyısına gidemeyen ailelerin çocuklarıydık biz. Sahilde el ele dolaşan sevgililerin anlattıkları kadar hep bildik İstanbul’un sahillerini…

 

Bu koca şehirde, kendimiz olamadık. Zaten olmamızda mümkün olmadı. Kendimiz olamayacak kadar, kendimizi düşünemeyecek kadar unutmuştuk aslında bizler birbirimizi. Kendimiz olmak, bizlerin en önemli hayaliydi aslında. Ancak yoksulluk doğarken, doğum izi gibi kalmıştı anlımızın tamda ortasında. Kırmızı bir leke dolaştı bizimle her yerde. Ve verdi o kırmızı doğum lekesi her yerde mahcupluğu ellerimize. Bizler koca bir kışı paltosuz, kazaksız geçiririz. Soğuk olmuş, ayaz vurmuş kime ne. Koca kışları paltosuz, kazaksız geçirdim geçirmesine de, yanı başımda paltosuz geçen bir kara gözlüyü gördüğümde, ses çıkartmadan yansıttığım çığlıklarımı…

 

Okula giderken hiçbir dönem kitaplarımız tam olmadı. Yarım yamalak derste dinlediklerimizle, sınava girer kırık not alsak da, tesellisini üç dersi bir defterde biriktirdiğimiz notlarda aradık. Sırtımızda ağabeylerimizden kalan gömlekler ve bacaklarımıza kadar uzanan babamızın koyu mavimsi kravatlarıyla koca bir okulu bitirmeye gayret ederdik. Dergi parasını verme günleri geldiğinde, öğretmen “Bu ayda zamanında veremediniz dergi parasını” dediğinde, yüzümüzün kızarıklığını kimseye göstermemek için, masanın altına kalemi, silgiyi düşürüp eğdik başımızı. Okul kantini bizim için çok uzaklarda ve gidilmesi yasak bir bölge gibi hatıralarımızda yerini aldı. Hangi parayla kantine gideceğiz de yada hangi parayla sıra arkadaşımıza tost ısmarlayacağız. Okul yıllarını, yarı aç, yarı tok haliyle geçirdik geçirmesini de, aynı sınıfta kitabı olmayan bir sınıf arkadaşı gördüğümde, ses çıkartmadan yansıttım çığlıklarımı…  

 

Bizim birde yoksul yanlarımız vardı. Ondan hiç bitmeyen ve sürekli acıtan yanlarımız vardır. Tuzu kuru, kalpleri kuru, ruhları kuru beyler yüzlerinde sahte tebessüm, gözlerinde iki damla timsah yaşlarıyla her seferinde bizlere bakar ve yazık ekmeğini taştan bile çıkartıyorlar derler. Sözüm ona, asgari ücrete biraz daha zam yapılsın diye, sendika ağaları ile arada sırada basının karşısına çıkar poz verirler. “ Bu yıl önceki yıllardan fazla asgari ücretliye zam yaptık, ilk altı ay için elli lira, ikinci altı ay için elli lira…” derler. Haklısınız sizin kedinizin bir günlük mama parası olan elli lirayı bize de verdiniz. Allah razı olsun sizden, çok iyi ettiniz… Ya siz bu insanlar, ekmeğini taştan çıkartıyor derken bile alay ediyorsunuz. Taştan ekmek mi çıkar, çıksa, çıksa, Zonguldak kömür madeninde taştan ekmek çıkıyor. O da yerin beş yüz elli metre altından çıkıyor. Sizin o taşa hiç eliniz deymiş midir? Nereden deysin ki, o taş kömürleri sizlerin kapıcıları yine sizleri ısıtmak için kullanmıştır. Siz yapsanız, yapsanız o taşın övgüsünü yapar, kendinize pay çıkartırsınız. Bana yöneltilen bu bakışları özümsedim özümsemesine de, kinayeli bakışların altında kalan bir yoksulu gördüğümde, ses çıkartmadan yansıttım çığlıklarımı…

 

Ben kendimi bildim bileni her ramazan ayında, bir dilim ekmek, bir parça peynir, bir tas çorba ve bir bardak çayla iftarımı açarım. Sorduklarında “Niye böyle iftar açıyorsun” diye. Ben bunları bir yıl boyunca yiyen sofralardan geliyorum derim. Şükrü, Allah’ın her nimeti için yapar, bunları bulamayanlara da sen yardım et derim. Beyler kafa tutarlar dünya’ya her ramazan ayında. Çünkü onların ömrü hayatı boyunca dünya başlarına yıkılmamıştır ki, ondan olsa gerek,  dünya’ya kafa tutmaları. Her ramazan ayında bir koli kumanya gönderip, ramazan paketinin dört bir yanına kendi şirketlerinin markalarını yapıştırarak, “Aç insanların karınlarını doyuruyoruz” derler. Belki de, onca günah yüküyle ezilmiş ruhlarını bir nebze olsun hafifletirler.  Ve sorduklarında, verdikleri cevapları, daha düşündürücüdür. “Şükür onlar gibi, bir tas çorbaya muhtaç olabilirdik” diyorlar. Haklısınız, devlet size çalışır olmaz, millet size çalışır yetmez, dünya sizin için döner aldırış etmezsiniz. Ben başımı öne eğip yürüdüm bu hayatın tüm zorlu yollarında yürümesine de, bu yollarda ayağına bir diken batanı gördüğümde, ses çıkartmadan yansıttım çığlıklarımı…

 

Birde sobalı damların bitip tükenmek bilmeyen, rızık umutları vardır. Ülkemizin bir çok şehrinde sobalı damların sobaları vardır ama yanmazlar bir türlü kara kışların, soğuk gecelerinde. Çünkü içine atacak ne bir odun, nede bir kömürleri vardır bacalı damların. Ama o soğukta bile, yine de düşünürler sobalı damlardan çıkmayan dumanları ve “Tüh bak, karşı komşunun damından da duman çıkmaz” derler. Belki bir yakını yada borç harçla aldıkları yüz kg odun, elli kg kömür bir akşam üstü dökülür zorda olsa, kapılarının önüne. İşte o zaman başlar yüreklerinde burukluklar. Çünkü bilirler ki, bu akşam biz sıcak sobalı evimizde otururken, hemen yanı başımızdaki komşunun sobasını tutuşturacağı ne bir odunu ve neden bir kömürü vardır. Hemen çocukların ellerine odun ve bir teneke de olsa kömürü verir gönderirler karşı komşularına. Umut fakirin ekmeğidir ne de olsa… İşte böyle yaşamdır ekmek arası hayatların dramları. Yoksul hane halkı kendisi için üzülmeyi beceremediği gibi, elinde ne varsa verir onun gibi kara gözlü çocuklu aile bireylerine. Ve çıkıp diyorlar ki, halk hak ettiği şekilde yönetilir, bunlarda bunu hak ediyor. Sen halkın hangi hayatları yaşadığını nereden biliyorsun, yada ne çabuk unuttun çamur ayaklar ile gezdiğin yerleri. Ve televizyonlarda her gün seyrettiğin halk aç, sefil, perişan halde yığınlara dönüşmüş durumda. Televizyonda gözü, tabaktaki pirzolada eli olan beylerin kadınları da, Allah’a şükür durumumuz iyi, bir elimiz yağda öteki balda diyor. Haklısın hanım efendi, bir elin yağda öteki balda. Ama senin şükrettiğin Allah, sobalı damlarda oturanların Allah’ı değil. Yüreği ile inanan, rızkın inanç ve dualarla geleceğini bilen gariplerindir Allah. Çünkü Allah inandıklarını açlıkla imtihan ediyor şehri İstanbul’un kenar mahallerinde. Çünkü Allah bu gecede harama bulaşmadan aç yatanları imtihan ediyor Konya’nın ışıksız sokaklarında. Çünkü Allah kuran-ı kerimden indirdiği bakara süresini okuyup, şükredenleri imtihan ediyor yatsı namazlarından sonra…

 

Bakara Süresi – 177 Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere (özgürlük için) veren. Namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlarda bunlardır.

 

2004

 

( Ses Çıkartmadan Yansıttım Çığlıklarımı başlıklı yazı cumayazıları tarafından 30.11.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.