Evimiz, büyük bir dağın eteğindeydi. Köyümüzün yaslandığı dağın haşmetli duruşu bende hayranlık duygusu uyandırırdı. Bahar aylarında, evimizin damından atlayıp dağın  doruklarına doğru koşmaya başlardım. Tırmanırken, ayağımın altından kayan taşların evimize kadar ulaşıp zarar vereceği kuruntusuna kapılırdım. Yükseklerden köyümüz bir avuç kadar gözüküyordu. Küçük kareler gibi gözüken bağları, evleri, oralardan izlemekten eşsiz haz alırdım. Ağılımızın etrafı çitlerle örülmüştü. Babamın alet çantası eksiksizdi. Her an için çitlere yeni eklemeler, farklı biçimler verirdi. Bulunduğumuz yerde düz araziler azdı. Gün boyu koyun sürüleri köyün içine karışıp  çıkıyordu. sürüler, köyün girişindeki çeşmeden taşınan sudan içerlerdi. Üçer beşer  bir leğenin etrafında halka olup  başlarını uzatırlardı. iştahla sularını içer, aynı uysallıkta belirlenen yerde beklerlerdi.  

Bu köyde her erkek çocuğu çoban doğar! Sözünden hazzetmesem de günün bir vakti koyunları ben çıkartırdım. Güneş tepeden seğirmeye başlayınca koyunlar, kuzular, tespih taneleri gibi arkamda dizilir, dağın öte yanındaki geniş meraya varırdık. Mera alabildiğine genişti. Yeşil bir çarşafı andıran çimenler, ufukla birleşen sıra dağlara kadar uzanırdı. Arkadaşlarla bir araya gelir; sopalarımızı bir kılıç gibi kullanır, koşuşturur, eğlenirdik.

Gölgenin uzunluğundan vakti tayin etmeyi o zaman öğrendim. Çobanların bir kısmı sopalarla, bir kısmı adımlarla  gölgelerini ölçer, zamanı anlamaya çalışırlardı. Güneş kızıla kestiğinde içimi bir ferahlık kaplar, yüz kaslarım gevşemeye başlardı. Bir dağ köyünde, ağır devinen hayata alışmıştık. Babam hafta başında takım elbisesini, şapkasını giyer, bakraç bakraç yoğurdu, peyniri şehre götürürdü. İhtiyaçlarımızın bir kısmı gelir, bir kısmı gelmezdi. Şikayet nedir bilmezdik.

 Yaz aylarında hayat daha bir güzeldi. Canlanan, göz kırpan tabiat insanın umutlarını da tazeler, yürekler coşkun duygularla atardı. Evimizin yanından bir ırmak akıyordu. Baharla beraber suyu daha da artarak çağıldıyor, kulaklara melodik gelen suyun sesi çok yakından geliyordu. Damdaki tahtlarda uyumak eşsiz bir hazdı. Babamın yatağı, damda, ağılın hizasındaki tahta itina ile serilirdi. Yeri pek değişmezdi. Maziden kalma tüfeğini yastığının altına koyar, öylece yatardı. kullanma ihtiyacı belirmediği halde tüfeğinden vazgeçmezdi.

Kışın, yağan karla köyümüz kartpostal bir görünüme bürünürdü. Bahçemizin bittiği yerde, yokuş boyunca leğenin içine oturup kayardık. Babam pencereden seslenirdi:

“Fikret, oğlum dikkat edin”

 Sesi zemheri soğukların içinde donuk bir tını şeklinde duyulurdu. Ağrıyan, incinen yerlerimizi sonradan fark ederdik.

 Kış aylarında sürü hep içerde olurdu. Anam her sabah uyandırırdı:

“Fikret, oğlum kalk ta şu koyunları sağı verelim” derdi.

Sıcak yatağımdan  kalkarken zorlanırdım. Geniş ahırımızda aylardır güneş yüzü görmeyen  koyunlar huzursuzdu. Anam bir taraftan sağıyor, diğer yandan her gün tekrar ettiklerini mırıldanıyordu. Ağzına kadar dolan kovalardan yükselen keskin süt kokusu her tarafı kaplardı. Sağma işlemi bitince kuzuların bulunduğu bölme açılır, serbest bırakılırlardı. Yüzlerce koyunun içinden kuzular kendi annelerini pek şaşırmazdı. Şaşıran kuzular koyun tarafından tepiklenip  uzaklaştırılırdı.

Son baharla beraber dağ bayır, yakacak temin etmeye çalışırdık. Kış ayları çetin geçerdi. evlerin bacasından yükselen katı dumanlar ince bir hat biçiminde yükselip atmosfere dağılırdı. köyümüze çokça kar yağardı. Köyün girişindeki üzüm bağımızdan  kazan kazan pekmez yapılırdı. Kar yağdığında avlumuzdaki yüksek duvarların üzerindeki ışıl ışıl parıldayan karı tabaklara doldururduk. Lezzetli pekmezi karın üzerinde gezdirirdik. Pekmezli kara doyum olmazdı. Annemin uyarıları gecikmiyordu.

“Çocuklar! az yiyin, boğazınız ağrıyacak sonra… ” derdi.

Uzun kış gecelerinden birinde şiddetli bir tipi başladı. Arkamızdaki dağın yüzeyinden kopan kar tanecikleri köyün içine dağılıyor, durmadan camları dövüyordu. Gece geçmek bilmiyordu. Rüzgarın uğultusu kurt ulumalarına karışıyordu. Camların pervazından sızan rüzgarın ıslık sesleri ürkütücüydü. Elektrikler de gidince baş köşedeki tv nin sesi de kesildi. Babam, içimize çöreklenen korkuyu hissetmiş olmalı ki:

“Şimdi size çok güzel bir hikaye anlatacağım çocuklar” dedi. Tv nin soluğu kesildiği gecelerde hikayeleri ile bizi gizemli dünyaların yamaçlarında gezdirirdi. Bir kısmımız hikayelerini sonuna kadar dinler, bir kısmımız dinleyemez uyuyup kalırdık. Tıka basa doldurulan yünlerle epeyce ağırlaşan yorganlar boğazımıza kadar çekiliydi. Meraklı gözlerle babamın hikayesini dinliyorduk. Babam  hikayesini daha  bitirmeden dışarıdan gelen seslerle irkildik. Tüfeğini alıp bir koşu dışarıya fırladı. Rüzgarın etkisi, kuzuların da zorlamasıyla ahırın tahta kapısının önündeki boş bidon devrilmişti. o gün kapıya kilitlememiştik. Kuzular kapının alt kısmını zorlayıp dışarı çıktılar. Hızla yetişmeye çalışmasına rağmen on kadar kuzumuz dışarıya çıkıp izlerini kaybettirdi. Fırtına tipi demeden köyün içini, dağın eteğini aramaya koyuldu. Yüzü düşen babamın gece boyunca gözüne uyku değmedi. Sinirden köpürüyor hepimize bağırıp çağırıyordu:

“Siz nasıl kapıyı kilitlemezsiniz. Nasıl böyle bir hata yaparsınız”

 Anam mütevekkil duruşunu hiç bozmuyordu:

“Bey vardır bir hayır! Unuttuk işte. Kapattıydık kapıyı. sadece kilidi vurmayı unuttuk” dedi

Kuzuların kaybolması hepimizi hüzünlendirdi. Sabah erkenden babam evden çıkıp kuzuları aramaya koyuldu. her tarafı gezip, tanıdık tanımadık herkese sorduk. kuzularımız sırra kadem basmıştı. 

Annem evimizin sofasında bir bıçağın ağzını itina ile kapattığını gördüm. Bu işi yaparken  bir dua okuyordu:

“Hayırdır anne! Ne demek oluyor şimdi bu?”

Anamın yemenisi pek değişmezdi. Her gün sağdığı süt gibi bembeyazdı rengi. yüzünde zoraki bir tebessüm vardı:

“Oğlum kaybolan kuzularımızı kurtlar yemesin diye bıçağın ağzını kapatıyorum ”dedi

“Amaaan  anne. Nerden buluyon böyle şeyleri?”

 Cümle canlı soğuklardan bîzar olmuştu. herkes baharın ayak seslerini özlemle bekliyordu. Aradan iki gün geçti. kuzulardan ümidimizi kesmiştik artık. Onları baharda satıp ağabeyimin düğününü yapacaktık.  

Akşamları geniş odamızda sıcak muhabbetler olurdu. o akşam ağızları bıçak açmıyordu. Sobanın ısısı odayı kaplamıştı. Çıtırdayan odunların alevi sobanın camından parıldıyor, sürekli odun takviyesi yapılıyordu

  Babam, düğünde borçlanacağı meblağı düşünüyor, zorlu günleri şimdiden hissediyordu.

Gurbet eldeki ağabeyim hemen her gün arardı. Anam ahizeyi kulağından indirip:

“Bey bak senin oğlan ne diyor? Babam üzülmesin hiç. Bu yıl düğün falan yapmayacağım diyor”  Babamın yüzü bir anda tebessümle açıldı:

“Hanım söyle oğluna: ceketimi satar yine bu düğünü yaparım…” dedi.

Akşama doğru soğuklar daha bir keskinleşir, dayanılmaz bir hal alırdı. Elimdeki baltayla odun kırmaya çalışıyordum. Güneş, cılız ışınlarıyla ufku kızartmaya başlamıştı.  Tam içeriye girecekken, komşumuz Süleyman, yanındaki hayvanlarla köyün girişinden bizim eve doğru geliyordu. Biraz daha yaklaşınca bunların kaybolan kuzularımızın olduklarını fark ettim. Kuzuları getiren Süleyman’ın sesi titrek ve heyecanlıydı:

“Tevfik kardeş!   hacoların köyünden  gelirken yolda  başıboş bir şekilde gördüm. Dikkatli bakınca sizin kuzular olduğunu fark ettim”

Gezmedik bir yer bırakmamıştık. O köye kadar nasıl gitmiş olabilirlerdi? Bu soruların cevaplarını düşünmeden bizimkileri çağırdım.

Dünyalar bizim olmuştu. Kuzuların başlarını, sırtlarını okşuyorduk. Anamın gamzeleri daha da belirginleşti:

“Bey, baksana kuzularımıza! aradan üç gün geçti hiç kaybolmamış gibi duruyorlar…”

Babam onları tek tek alıp  bölmelerine  yerleştirdi.

O akşam, anam gurbetteki abimle daha bir heyecanlı konuşuyordu. Abimin sevinci telefondan taşıp, bütün odayı kaplıyordu. 

“Anne, söyle babama iyi baksın kuzulara az kaldı, geliyorum” dedi.

Babam sabah erkenden ağıla inip hayvanları kontrol etti. Anam da kahvaltı hazırlığına başlamıştı. Mahmur gözlerle mutfağa girdim. Anamın elindeki bıçak dikkatimi çekti yine. Kuzular kaybolurken ağzını kapattığı bıçaktı. İtina ile bıçağın ağzını açtı:

“ Peki şimdi ne anlama geliyor anne?”

Alnı kırış kırış anamın gözleri parladı:

“Oğlum, çok şükür kuzularımız bulundu. Şimdi de kurtlar dağlarda aç kalmasınlar diye kapattığım bıçağın ağzını açıyorum ” dedi.

 

 

 

( En Uzun Gece başlıklı yazı seyda ay tarafından 16.04.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.