Pamuk fideleri sık aralıklarla ekilmişti. Çapayla, ilaçla geçmeyen zararlı otlar yer yer boy göstermişti yine. Bir evlekten tarlanın içine doğru yürümeye başladım. Ağır, nemli hava nefesimi zorlasa da pamuk tarlasında gezinmeyi seviyordum. Çok çeşitli tonlar, tabiat senfonisinin ayrılmaz parçası sesler, desenler... Her şey bir ahenk içindeydi. Evleğin kenarında bir tümseğe uzandım. Günden güne fidelerin dalları kalınlaşıyordu.  Geniş yapraklar, yer yer patlayan kozalar… Her şey vaktinde, olması gerektiği gibiydi… Üzerine uzandığım toprak, rahat bir döşek yumuşaklığındaydı. Gözleri dinlendiren mavi gökyüzü eşliğinde vücudumun giderek rahatladığını hissediyordum. Diğer yandan evleklerin kenarları boyunca olası semizotlarını arıyordum. Kanallar boyunca akıp gelen su bulunduğum evleğe kadar ulaştı. Soğuk su ayaklarımı gıdıklaya gıdıklaya yukarıya doğru çıkıyordu. Bütün vücudumun ıslanmasına fırsat vermeden doğruldum. Zaman kaybetmeden semizotu bulmalıydım. Az ötede, narin yapraklarıyla şaha kalkmış, kabarmış bir demet semizotunu görünce heyecanlandım. Buram buram kokusu üzerindeydi. Kökünden hafifçe çekip torbaya attım. Gün ferini yitirmeye başladığında torbam semizotlarıyla dolmuştu. Çardak tarafından yükselen sesi zorlukla duydum. Babamın yün gibi saçlarını görünce, kalbim hızlı hızlı atmaya başladı.

“Şerif, Şerif oğlum nerdesin?”

Hızlı adımlarla tarladan çıkmaya başladım. “Helalinden bir rızık” derdiyle bir ömür çile çekmiş babamın yüzü kırış kırıştı. Son zamanlarda yüzü gülmez olmuştu.

“Nerdeyse gelir oğlum. Topladın değil mi?

“Hem de bir torba dolusu baba”

Su kuyusunun yanı başındaki tepeciğe çıkıp köy yolunu izlemeye koyuldum. Küçük bir mezra görünümündeki köyümüzün evleri buradan tam seçilemiyordu. Köy yolunun tarlamızla birleştiği yerde ağır yürüyüşünden tanıdım.

“Baba geliyor, geliyor… Ninem geliyor”

Babam ninemi görünce düşen yüzüne can geldi. Bir çocuk sevinciyle annesine koştu. Son zamanlarda onu sık sık görmesine rağmen, her görüşünde yine de heyecanlanıyordu. Ninem, bir gözünü itina ile dürdüğü yazmasıyla kapatırdı. Zeytin karalığındaki diğer gözünden tebessüm eksik olmuyordu. Yıllar önce “gözüme sinek kaçtı” şikâyetiyle doktora gitmişti. Ufak bir müdahale ile eve yollanmıştı. Umutlu bekleyişler sürmesine rağmen bir türlü iyileşmemişti. Aradan bir yıl geçmesine rağmen bir şey değişmedi. Son gidişinde doktorlar bir gözünü almak zorunda kalmışlardı. Diyar diyar gezdirilen ninem bir an olsun ümidini yitirmiyor, yaralı gözünün bir gün iyileşeceğini düşünüyordu. O günden sonra kendi elleriyle yarasına pansuman yapıyor, kimseye göstermiyordu. O gözde ağrı var mıydı? Yaranın durumu nasıldı? Kimseyle hiçbir şey paylaşmıyordu. Sağlam gözünün ışıltısından hep umut okunuyordu. Babam her defasında:

“Ah o doktor, ah… ” diyordu.

Gölgeler uzamıştı. Bu vakitlerde hayat bir başka devinir, bir başka güzel oluyordu. Yerin metrelerce bağrından çıkan taze sudan içti. Bir torba dolusu semizotunu görünce 

“Evladım ne gereği vardı! Niye zahmet ettin ki bu kadar?”

Ninem işçimen. Hastalık demez, yorgunluk demez bir şeyler bulurdu kendine. Bir çırpıda annemin yardımına koyuldu. Semizotlarını kökünden sıyırıp leğene atıyordu. Küçücük yapraklar suyun perdesine tutunmuş yüzüyorlardı. Suyu berraklaşıncaya kadar birkaç sudan geçirdi. Semizotlarını tencereye itina ile yerleştirirken:

“Şifa evladım, şifadır bu ot” diyordu

 

“Beyaz altın” fiyatını buldu. Havalar bozmadan köye geri dönmeliydik. Dedemlerin eviyle bitişikti evimiz. Kerpiç evlerinin genişçe bir bahçesi vardı. Genişçe sofası, yılları devirmiş kalasları ile her ayrıntısında “yaşanmışlığın” izi okunduğu evlerini çok sevmiştim. Dedem, ninemin hastalığıyla derin bir sessizliğe gömülmüştü. Ninem son zamanlarda odasından pek çıkmıyordu. Belli etmemeye çalışsa da rahatsızlığı her halinden ayandı. Bir gün kapısını çalmadan odasına girdim. “Kim o” dediğinde göz göze geldik. İlaç kutuları hemen önünde diziliydi. Kınalı elindeki kırık aynasıyla öylece kalakaldı. Şimdiye dek kapalı gördüğüm, herkesten sakladığı o gözü ilk defa görüyordum. Göz yuvası kan renginde, gittikçe genişleyen bir oyuk gibi duruyordu. Çocuk yüreğimin kırılgan dünyasında hafakanlar koptu o an. Tek söz etmedim. Ninemin yarası büyüktü. Üstelik bu yarayı kendi eliyle tedavi etmeye çalışıyordu. Birkaç gün sonra ninemin ağrıları artmaya devam etti. İnlemeyle karışık ağlama nöbetlerine tutuluyor, ev ahalisi hüznün en koyusunu yaşıyordu. Ninemin doktor mesaisi başlamıştı yine. Kır saçlı dedemin dudakları dualarla kıpır kıpırdı.

“Hatice Hanım sabır. Her şey kader” diyordu.

 Köy yaşamında bir başkadır bayram günleri. Birkaç gün önceden çocuklara alınan bayramlıklar yastık altında saklanıp öylece uyunurdu. Bayram gününü aydınlatan o özel güneşle camiye koştum. Amcalar ağabeyler camiden çıktığında şeker toplamaya başlayabilirdik. Cami etrafındaki çocukların heyecanı gözlerinden okunuyordu. Ailem, ninemin artan ağrılarıyla bayramlık elbise dahi almayı unutmuşlardı. Günün sonunda torba torba şekerler heyecanla sayılacak, sonra da mutena bir yerde saklanacaktı. Köyün öte tarafındaki evleri dolaşırken komşumuz Hıdır abinin titrek sesiyle irkildim.   

“Fesih duydun mu?”

Bir anda başıma dünyanın yıkıldığını zannettim. O anda avucumdaki bütün şekerleri savurarak eve doğru koşmaya başladım. Dedemlerin evi insan seliydi.

Beyazlar içindeki ninemin başında ağıtlar, dualar…

Yeni sezonla beraber tarlanın başına yeniden çardağımızı kurduk. Tarlamızın dört bir yanında demet demet semizotları bitmişti.

Ve ben bir daha semizotu toplamıyor, kuyumuzun yanı başındaki tümsekten köyümüze doğru bakmıyordum.

 

( Hatice Nine başlıklı yazı seyda ay tarafından 18.09.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.