İkinci Dünya Savaşı başlayıncaya kadar Kütahya’nın en gözde
mesirelerinden biri 7 Km. uzaklıktaki
Çamlıca idi, burası, göz alabilesiye uzanan oldukça yaşlı bir çam ormanı,
billur gibi berrak ve çok soğuk kaynak suları, ormana bitişik şahane meyve
bahçeleri ve şirin bir köyle Kütahyalılara davetiye çıkarmaktaydı.
Hemşehrilerimizden
bir kısmı günlük gezi için gelir, taşlardan basit ocaklar yapar, ormandan temin
ettikleri yakacakla yemeklerini pişirir,
kahvelerini, çaylarını hazırlar, çocuklar çeşitli oyunlar oynar,
sincapları kovalar, akşam evlerine
dönerlerdi, bir kısmı da uygun yerlerde çadır kurarak günler, hatta haftalarca
kalır, göze tabir edilen küçük kaynakların ayağında yetişen ufak fakat çok
lezzetli ve aromalı yabani çileklerden toplar, reçel yapar, reçine kokulu , bol
oksijenli havayı teneffüs etme olanağı bulurlardı.
Şimdi
on dakikalık yol, o zamanın nakil araçları atlı arabalarla bir saat çeker, hatta
kafiledeki çocuklar yol boyunca dizili böğürtlen, alıç gibi yabani , fakat şifalı meyvelerden
toplamak isterlerse bu yol iki üç saat sürerdi. Bir yaz başlangıcında babam bu sene sizi Çamlıcaya götürmeyi düşünüyorum, bir iki ay kalır, hem çam havası teneffüs eder, hemde köy hayatı yaşamış oluruz der demez Annem - Ben yılandan çok korkarım, orada rahat uyuyamam !deyince babam:
-Hatun çadıra gitmiyoruz, ev kiraladım! diye cevapladı, bu def'a burkulma sırası kardeşimle bana geldi, babam
biraz sinirlenerek -Peşin hüküm veriyorsunuz, görmeden konuşmayın, ben çok
beğendim, görünce siz de beğeneceksiniz! dedi.
Hakikaten
babamın isabetli bir karar verdiğini daha yolda anladık, bir tarafta meyve
bahçeleri, öbür tarafta çam ormanı, rampayı tırmandıkça şehrin kuş bakışı
manzarası bizi büyüledi ama asıl sürprizi kalacağımız binaya yaklaşırken
yaşadık.
Çam
ormanına yaslanmış, iki katlı bir değirmen görünce şaşkınlıktan küçük dilimizi
yutacaktık neredeyse, şimdiye kadar gördüğümüz tek katlı derme çatma, harap
değirmenlere hiç benzemeyen bu değirmen bir sanat eseri idi adeta, bakımlı,
beyaz badanalı, arktan kaçan sularla fışkıran yeşilliğin ortasında bir şato
gibiydi, bir tarafında orman, diğer tarafında ufka kadar uzanan, üzerinde
kuzuların otladığı, öbek öbek papatyalarla bezeli yemyeşil bir çayır,çayıra
bitişik bahçeli köy evleri bir tablo güzelliği sergiliyordu.
Yan
taraftaki ahşap merdivenle tırmandığımız üst katı görünce asıl büyük sürprizin bizi burada beklediğini anladık,
oymalı dolapları, nakışlı tavanları, şark işi sedirlerde serili antika halılar,
halı kaplamalı yastıklar, duvarların büyük bir kısmını kaplayan nadide aynalar, pencerelerin hepsindeki değişik
şahane manzara görülmeye değerdi. Ayrıca
değirmen arkının kot farkından
faydalanılarak mutfak ve WC musluklarına bağlanmış olan tertemiz kullanma suyu
şehirdeki konforu aratmayacak bir lüks idi. Hiç ummadığımız bu durum bizi
şaşırtmıştı, babam o zaman izah etti -Yunanlılar işgal sırasında bu binayı
karakol olarak kullanırken,buradan hiç
gitmeyeceklerini sandıkları için, restore etmişler dedi ,hatta değirmenin
sesini işitmemek için araya yalıtım
malzemesi koyduklarını, gece de çalışan değirmenin sesinden etkilenmeyerek çok
rahat uyuyabilince fark ettik.
Türk
ulusunun esareti kabullenemiyeceğini düşünemeyen gafiller neye uğradıklarını anlayamadan, emelleri
kursaklarında kalıp denize dökülünce bu güzel bina da kalmış, eğer imkan bulsalardı birçok köylerimiz ve ormanlarımız gibi burayı da yakar öyle
giderlerdi, Allah fırsat vermemiş hainlere.
Evin
keşfi bittikten sonra sıra değirmene gelmişti, suyun değirmen taşını nasıl
döndürdüğünü, buğdayın nasıl öğütüldüğünü merak ederdim , ama o güne kadar
görmemiştim. Ev sahibimiz değirmenci çok anlayışlı bir amca idi, vaktiyle işgal
kuvvetlerine darbe vuran çetelerden birine katıldığı için Mehmet olan adından
daha çok Çete olarak anılıyordu -Önce taşı hareket ettiren sudan başlayalım!
diyerek değirmenin zeminine göre oldukça
yüksekte olan su arkının yanına götürdü, arkın bir tarafındaki tapa
tabir edilen kapağı göstererek -Bu tapayı açarak suyun yönünü değiştirdiğimiz
zaman değirmen durur, bakım vs. amaçla kullanırız bu tapayı , sair zaman su
aşağı doğru gittikçe daralan(adeta huni gibi) oluktan büyük bir hızla
düşer, aşağıdaki kanatçıklara çarparak onları,onlar da bağlı oldukları mil vasıtası
ile üst taşı döndürür,şimdi değirmene inip taşları görelim dedi, indik ,
değirmende 3 çift taş vardı.
Çete -
Bu taşlara ocak deriz, bu değirmen üç ocak, üstte gördüğünüz hazneye
öğüteceğimiz buğday arpa vesaireyi çuvalla getirip dökeriz, birden akıvermemesi
için çakıldak dediğimiz, taşın dönüş hızına ayarlı , şu düzeneği kullanırız,
gördüğün gibi alt taş sabittir, üst taş dönerken ortadaki delik kısımdan iki
taşın arasına akan hububat öğütülür, incelik ayarı taşı yükseltip alçaltan şu
düzenle yapılır, taşlar dönerken zamanla aşındığından şu kalemle dişeme
denilen, taşın üzerinde küçük oyuklar açma, işlemini yaparız dedikten sonra
geçenlerde bu değirmen bir hafta zorunlu tatile girdi diyerek anlatmaya
başladı:
-Arkadaş! şu yeşilliği koyu gölgeliği gördüm, ağız tadiyle
bir nargile fokurdatıp,
bir fincan kahve içeyim dedim,tak taklarınla kafamı şişirdin, otur şuraya ben gittikten sonra ne halin varsa gör! deyince
yevmiye usulü çalıştığımı,işi bırakamayacağımı belirttim. O da - Yevmiyen kaç
para ? dedi. Bir mecit deyince, -al şu beş mecidi 5 gün çalışma dedi, ben de
parayı alıp köyüme gittim, ehl-i keyf bir ağa imiş,dayatsam belki de dayak
yiyecektim,korktum, ne yapayım? Diye cevap verdi.
İyi, hemen başla şu işi bitir! dedimse de marangoz ben 5 yevmiyemi o ağadan aldım , haram olur, çalışamam demez mi? Ne dedimse laf anlatamadım, başka marangoz da bulamadığım için 3 gün daha zoraki tatil yaptık, dedi hayıflanarak.
Tatil
deyince aklıma geldi, yarın okul vardı, eve çıkıp hazırlandım, ertesi gün
sabahleyin babam brik denilen iki tekerlekli, tek at koşulan arabamızla beni
şehre götürdü, o sıralarda park sorunu yoktu , arabayı kapının önüne bırakıp atı
ahıra çekip yemledikten sonra ben okula, babam da işine gitti, kardeşim henüz okul
çağında olmadığından o Çamlıca’nın tadını çıkarıyordu. Akşam ihtiyaçları alıp
yine arabamızla Çamlıcaya döndük.
Kütahya’daki evin bahçesindeki tavuklar Pazar günü ,
Cumartesiden verdiğimiz yem ve su ile idare etmek zorunda kalıyor,b azen yemleri
yetmiyor, bazen su kaplarını devirdikleri için susuz kalıyorlardı, bir arabacı
ile anlaşıp onları da Çamlıcaya götürdük, akşam olunca yaptığımız kümese
giriyor, sabahleyin civar bahçe ve tarlalara dağılıyorlardı, köyden temin ettiğimiz
süt, kaymak, tereyağı, kovan balı ve
yoğurda taze yumurta da eklenmiş oldu böylelikle.
Bir
akşam çok sevdiğim, avucumdan yem yiyen, horozunu okşadığım zaman kanat vurarak
kıskandığını belirten Felemenk cinsi çil tavuğum kümese
dönmeyince meraklandık, acaba köpekler mi parçaladı? diye
sorduğum değirmenci - Buraya başıboş köpek sokulamaz, buradakiler de
çoban köpeği olduğu için yalla beslenir, et yemezler! deyince rahatladım, ama
ertesi gün, hatta haftalar geçtiği halde dönmeyince ümidi kesmiştik ki 3 hafta
kadar sonra arkasında civcivlerle çıkıp gelmez mi? Meğer kabak kökenlerinin arasında
kuluçkaya yatmış, civciv çıkarmış, tabii çok sevindik, hem bulunuşuna hem de
civciv çıkarmasına.
O senelerde köylerde elektrik olmadığı için bataryalı bir radyo almıştık, anteni ise devasa bir şeydi, takriben iki metrekarelik bir çerçeve içine döşenmiş metrelerce bakır telden oluşan anteni mümkün mertebe yüksek bir yere takıyor, yine de parazitli bir sesle dünya ahvalinden haberdar oluyor veya şarkı, türkü dinlemeğe çalışıyorduk.
Geceleri evler
ekseri küçük gaz lambaları ile aydınlatılmaktaydı. Ben lüks adı verilen,
gazyağının pompalanarak basınçla sevk edilen gömlek aracılığı ile, şimdiki
ampullere benzer oldukça parlak ışık veren, aydınlatma aracıyla aydınlatılan odada rahatça ders
çalışabiliyordum, annem de şimdi antikacı vitrinlerini süsleyen, pompalı
gazocağında yemek pişirdiği için diğer ev kadınlarına nazaran oldukça şanslı sayılırdı.
Okullar
tatil olunca oyun alanlarımız ve çeşitleri de arttı, köye kadar uzanıp
çocuklarla körebe, saklambaç, met-çomak, aşık gibi oyunlar oynuyor, bahçelerden
meyve topluyor,harman zamanı düven sürüyor,hoş vakit geçiriyorduk ama nihayet
dönüş günü geldi, sanki baba ocağından ayrılıyormuş kadar tarifsiz kederler
içinde terk ettiğimiz Çamlıcaya ve oradaki dostlarımıza ertesi sene tekrar
döneceğimiz umudu ve tesellisi ile veda ettik.
Güzel
bir tatil böylece bitmiş oldu.