E. GELİBOLU
Halide abla kaç zamandır, arsasını görmek için Gelibolu’ya gitmek istediğini söylemekteydi. Eylül 1979 tarihinde, sabahtan yola çıktık. Tekirdağ Ordu Evinde öğle yemeğini yedikten sonra, yola devam ettik. Yollar bana, akademi ile gezip, gördüğümüzden, yabancı gelmedi. Keşan'dan sonra güneye döndük. Ormanlık Koru dağlarından geçtik,. Saroz körfezine kadar devam ettik. Sağda ikinci benzincide durduk, benzin aldık. Hatta benzin parasını bütün itirazıma rağmen Halide abla ödedi. Benzincinin hemen ilerisinde SERDAR SİTESİ levhası vardı. Halide ablanın arsası bu sitenin içindeydi. Site çok geniş bir araziyi kapsıyordu. Halen 10-15 villa yapılmıştı. Girişin hemen solunda çilek tarlası vardı. Ayrıca tavuk kümesi görünüyordu. Site tam teşekkül etmemişti. Daha yüzlerce arsa boş duruyordu. Bunların içinde Bülent’in ve Halide ablanın arsası da vardı.
Sitenin sahibi, damadın kız kardeşi, Gevher’in kayınpederi oluyordu. Torununun adını siteye vermişti. SERDAR. Kapıdan girdikten sonra, denize doğru devam ettik. Deniz’e nazır ilk Villa’ya gelince durduk. Arabadan çıktık. Arsa sahibinin Villası, çiçekler içindeki bahçede bulunuyordu. Denizden yüksekte, gerçekten manzarası şahaneydi. Hem denizi, küçük adaları, hem de Saroz'un batısındaki kıyılarını görüyordu. Halide abla bahçeye girdi, kapının ziline bastı, şişmanca, boyluca bir insan çıktı. Enişte ‘ ev ve arazi sahibi Necdet bey’ dedi. İlk defa görüyordum. Tanıştırdılar. Anlaşılan ev sahibesi yoktu. Bahçede biraz oturup muhabbet ettikten sonra Hanımlar tuvalete girmek istediler. Necdet bey tarif etti, ama hanımların girmeleriyle, çıkmaları bir oldu. Hiç memnun kalmadıkları yüzlerinden belli oluyordu.
Halide ablanın arsasını görmeye gittik. Necdet beyin evinin arkasında, site yolunun bir üst parseliydi. Buranın da manzarası güzeldi. Arsayı gördükten sonra, yolun sonundan, aşağıya, soldan
deniz seviyesine indik. Burada, bir kaç tane küçük bina gördük. Bu küçük binaların arasında, küçük lokanta ve gazino vardı. Buraya gelip denize girmek isteyenler için yapılmıştı. Pansiyon gibi bir yerdi. Burada kalmak da mümkündü. Denize buradan girilecekti, bunun için iskele bile yapmışlardı. Siteyi şöyle bi dolaştık, pek çok boş parsel vardı. Siteye girdiğimiz kapıdan ana yola çıktık. Sağa Gelibolu’ya doğru yola devam ettik.
Aslında maksadımız, Halide ablanın Adağını yerine getirmek üzere Bayraklı Dedeye uğramak, oradan Gelibolu Ordu Evine gitmekti. Orada bir kaç gün kalmaktı.
Bayraklı dede: İlk Rumeliye geçen, Süleyman paşanın bayraktarlığını yapan, Karacabey isminde biriydi. Mezarı, Gelibolu, Hamza koy’a bakan bir tepenin yamacında bulunuyordu. 14 ncü asırdan bu yana, onun ermişliğine inanan halk, ziyaretlerinde muhakkak bir Türk bayrağıyla gelir, Türbeye bayrak asarlardı. Türbe bayraklarla donatılmıştı. Halide abla da Dede’ye inananlardan biriydi. Bayrağını astıktan ve duada bulunduktan sonra, Gelibolu Ordu evine gittik. Ordu Evi Müdürüne rica etmek suretiyle Halide ablaların da orada kalmasını sağladık. Akşam yemeğinde verdiğimiz karara göre, yarın sabah Çanakkale Şehitler abidesini ziyaret edecektik.
Sabahleyin kahvaltı ederken, Nurettin enişte, tuvaletlerden rahatsız olduğunu söyledi. Gerçekten tuvaletler hem alafranga hem de müşterekti O tarihlerde zaten bina da eski görünüyordu.. Ama daha bizim görmek istediğimiz yerler vardı. Çanakkale şehitliğini ve savaşın geçtiği yerleri, akademide okurken görmüştüm ama, Yaseminle Halide ablalar görmemişlerdi, merak ediyorlardı. Tabii , araziden dolayı onları, savaşın geçtiği yerlere götüremezdim. Ama müze, Şehitler Abidesini ve şehitliği görmelerini istiyordum. Gelibolu yarım adasının her tarafı tarih kokuyordu. Tabii acı bir tarih! Önce yolumuzun üzerindeki müzeyi ibretle gezdik. Neler yoku ki. Havan ve top kovanları, Mk. Tüfek, ve tüfek mermileri, mataralar, palaskalar, çarıklar, çoraplar. Akla ne gelirse, savaş alanında ne buldularsa hepsini sergilemişlerdi. Yolumuza devam ederek Şehitler Abidesine geldik.
Burası Morto koyu, Hisarlık tepesiydi. Şehitler Abidesi, Yüksekçe bir yer olduğundan her taraftan görünüyordu. Öğrendiğime göre: Şehitlik 625 metre kare bir alan üzerine kurulmuştu. Abidenin yerden yüksekliği, 41.7o m., Kaidenin ebadı 25X25m., 4 ayak üzerine oturtulmuştu. Her bir ayak 7.7x7.5m., ayaklar arasındaki mesafe 10 m. İdi. Abide 253.000 şehit adına yapılmıştı. Yani, Çanakkale savaşlarında kaybımız, böyle yüksek bir rakamdı. Abidenin üzerinde, süngü takıp savaşan erlere ait rölyefler vardı. Atatürk’ün savaşıp ölen yabancı askerler hakkındaki sözleri, Mehmet Akif’in şehitler hakkında şiiri, ve Kur’andan, Şehitler hakkındaki bir ayeti de Abidede yer almıştı.
Ayrıca Türk şehitliğini ve yabancı askerin kabirlerini de ziyaret ettik. Türk şehitlerine dualar okuduk. Yabancıların mezarları çok muntazam, temiz ve çiçeklerle süslüydü. Maalesef Türk askerine ait şehitlik ise, çok bakımsız ve özensizdi. Bu durumu görünce, zaten üzüntülü olan yüreğimiz, büsbütün acımış ve sızlamıştı. Bu duygularla oradan ayrıldık, bir gece daha Ordu evinde kaldıktan sonra evlerimize döndük.
F.İZMİR -( KADERİN CİLVESİ)
Yine Eylül 1979 tarihinde, İzmir ve civarını görmek arzusuyla yola çıktık. Bu defa yanımızda Baldız Fulya ve kocası Gandi Orhan vardı. İkisi, bize Çanakkale'ye kadar eşlik edeceklerdi. Oradan sonra, Orhan'ın memleketi olan Biga’ya gideceklerdi.
Yine Tekirdağ yolunu takip ettik. Bir defa daha öğle yemeğinde, Tekirdağ köftesi yedik. Nedense, burada yapılan köfteler, aynı ad altında başka yerlerde yediğimizden, farklı tat ve lezzete sahip oluyordu.
Gelibolu’da, yol kenarındaki bir köylüden, beş kilo elma almış, Eceabat’a kadar epey tüketmiştik. Eceabat'tan Çanakkale'ye geçtik. Baldız ve bacanağı Otogara kadar götürüp bıraktık. Biz yolumuza devam ettik. Akşam üstü Akçay’a geldik, Çarşıya yakın bir pansiyon bulup yerleştik. Pansiyonda, akşam yemeği ve sabah kahvaltısı veriyorlardı. Öğle yemeği serbestti. Yemeğimizi yedikten sonra yatıp hemen uyuduk. Sabah kahvaltı'sından sonra, Edremit’e gittik. Zaten, Akçay’a çok yakındı . Orda öğle yemeğinden sonra kasabayı şöyle bi dolaştık. Yeşillikler içinde muntazam ve temiz kasabaydı. Necdet enişte ve Melahat'tan buranın methini çok duymuştuk. Necdet enişte Edremit'te görev yapmıştı. Necdet enişte, 1960 ihtilalinde emekli edilen Eminsuculardandı. . Bu şirin kasabayı gezip, gördükten sonra, Akşama doğru tekrar Akçaya dönmüştük..
Akçay, deniz kenarında, çınar ağaçları ve yeşillikler içinde turisttik bir kasabaydı. Gazinolar deniz kenarında, çınar ağaçlarının altındaydı. Ayrıca denize karşı halkın oturacağı banklar da bulunuyordu.. Kıyıdan 50 metre uzakta, deniz içinde taşlardan yapılmış küçük bir adacık bulunuyordu. Bu adacıktan tatlı su kaynıyor, havaya doğru fışkırıyordu. İlk defa böyle bir şey görüyorduk. Civarın çok sulak olduğunun farkındaydık. Kaz Dağlarından çıkıp gelen sular buraları da sulak hale getirmişti. Anlaşılan bu tatlı su da Kaz Dağlarından çıkıp gelen tatlı suydu. Ama nasıl olup da deniz altından kaynıyordu ki!?
Bir gün de Kazdağlarının eteğindeki, Pınarbaşına gittik. Burası da turisttik bir köydü. Pınarbaşı köyü, yeni binalarıyla yeni, yeni gelişmekte olduğunu gösteriyordu. hemen doğusunda bir dere vardı. İşte bu dere Kazdağ'larından akıp gelen suya yataklık yapıyordu. Derenin etrafı, Yukardan aşağı, ceviz ağaçlarıyla kaplıydı. Cevizler ağaçların üstünde pıtırak gibiydi. Tam mısır ve ceviz mevsimiydi. Bana köyümü hatırlattı. Çocukluğumda, köyümün de, dere boyu ceviz ağaçlarıyla kaplıydı. Hem de hayrat cinsinden. Cevizleri toplayıp kırmaktan, veya içini çakıyla çıkarıp yemekten ellerim simsiyah olurdu. Orası da böyle yüksek ve havadardı. Ama burası, yani Kaz Dağları, Dünyanın oksijeni en bol yeriydi. Öyle diyorlardı. Üstelik suyu da içilebiliyordu. Buz gibi soğuktu. Dere kenarında oturup dinlenecek yerler, Yeme, içme ve piknik yapma imkânları mevcuttu. Zaten Akçay’a da 7-8 km uzaklıktaydı. Serinlikte, ağaçlar altında sanki bütün yorgunluğumuz gitmişti. Öyle dinlenmiştik.
Akçay'da bir de Kara Kuvvetlerine ait dinlenme kampı vardı. Edremit'te askerî birlik olmakla beraber dinlenme kamp yeri olarak Akçay’ı tercih etmişlerdi. Bizim kaldığımız pansiyona da çok yakındı. Artık, hem civarda gezer hem de öğle yemeklerimizi burada yiyebilirdik.
Bir gün de aynı pansiyonda, Ekrem Alb. ve eşiyle karşılaştık. Ekrem Alb.ı tanıyordum ama, şimdi eşiyle de tanışmış olduk. Ekrem Alb. Denizciydi. Silahlı Kuvvetler Akademisinden sınıf arkadaşımdı. Yaşı benden büyüktü. Emekli olmuş, O’nlar da seyahate çıkmışlardı. Bizim gibi, Kadıköy-Kızıl toprakta oturuyorlardı. Bizim aldığımız yeni eve yakındı. Birkaç günü beraber etrafı gezerek geçirdik ve Kadıköy'de buluşup ziyaret etmek üzere anlaştık. Onlar geç geldikleri için burada birkaç gün daha kalacaklardı. Biz ise İzmir’e doğru yolumuza devam edecektik. Neticede, vedalaşarak ayrıldık.
Edremit yoluyla AYVALIK’a geldik. Berk otele yerleştik. Buraya gelinciye kadar zeytin ağaçları içinden geçtik. Malum Ayvalık, körfez kıyısında, zeytin ve zeytin yağı ile ünlüydü. Ertesi sabahı, kahvaltıdan sonra, Sarmısaklık plajına gittik. Buralarda hâlâ denize giriliyordu. Plaj göz alabildiğince uzanan kumluk bir sahaydı. Denize girenler kalabalık olmalarına rağmen, sahanın genişliği sebebiyle devede kulak kalıyordu. Kimileri, güneşten korunmak için semşiyelerin gölgesine sığınmşlardı. Deniz sakin ve suyu billur gibi görünüyordu. İmrendik doğrusu! Otelden hazırlıklı çıkmıştık. Her taraf tenha idi zaten. 15-20 Dakka yüzdükten sonra çıktık. Öğle için bir şeyler yedikten sonra, otele dönmeye karar verdik. Sarımsaklı plajına gelirken gördüğümüz Şeytan Tepesine çıkmak için kararımızda değişiklik yaptık. Dönüş yolumuzdan sola saptık. Körfezden yukarıya tepeye ulaştık. Artık Güneş batmak üzereydi. Manzara o kadar güzeldi ki hayran kaldık. Buradan grup çok güzel görünüyordu. Hem şeytanın ayak izine doğru yürürken hem de bu yükseklikten körfezin manzarasını seyrediyorduk. Nihayet Şeytanın uzun ayak izini görmüştük. Taşın içine oyulmuştu. Acaba gerçekten şeytanın ayak izi miydi? (Burada bir hatıra fotoğraf çekmediğime sonradan pişman olacaktım.)
Ertesi günü de Cunda Adasına gittik. Deniz yolunu değil kara yolunu tercih etmiştik. Adaya, kara yolu bağlantısı yapılmıştı. Vapur veya motorla gitmeyi düşünmemiştik. Adada Rum evleri bulunuyordu., Halen de burada, Rumların olduğu söyleniyordu. Burası aynı zamanda balıkçı köyüydü. Sandallar, balık lokantaları ve balık tutan insanlarla, kendine özgü bir yerdi. Bir lokantaya oturduk, hem etrafın manzarasını seyrettik. Hem de öğle yemeğinde balık yedik. Bir gece daha otelde kaldıktan sonra Bergama'ya uğradık. Buraya, akademi gezisi sırasında da uğramıştık. Kasabanın yerleşim alanı, çoğu düzlükte, bir kısmı da yamaçlarda idi. Doğu yamaçlardaki tarihi kalıntılara çıkmak zordu. Tepelerin üstünde , yamaçlardaydı. Bu nedenle, Yasemini, Kasabanın batısında, düzlükte bulunan kalıntılara götürdüm. Sütunlu yolu, Tiyatroyu, sağlık tünellerini ve müzeyi gezdirdim.. Oradan ver elini İzmir.
İzmirde, hem akrabalar hem de sevdiğimiz ahbaplar oturuyorlardı. Erdem, Yaseminin erkek kardeşiydi. Kendi, kendini yetiştiren teknik bir elemandı. Mersin Liman inşaatı bittikten sonra, İzmir’e gelmiş, bir kabzımalın yanında çalışmaya başlamıştı. Kabzımalın kızıyla tanışmış ve evlenmişti. Bir kızı(Dilek) birde Oğlu (Murat) vardı. Murat’ın ikizi rahmetli olmuştu. Basımhane tren istasyonuna yakın, bahçe içinde, iki katlı bir evde oturuyorlardı. Evin üst katında kayınvalide (kocası rahmetli) oturuyordu. Erdem teknik eleman olarak, Belediye’de çalışıyordu. Biz de onların evine ilk defa gidecek, Eşi Bedia ve çocuklarıyla tanışacaktık. Akşama doğru evlerine gittik. Bizi çok sıcak karşıladılar. Erdemle epey zamandır görüşme imkânı bulamamıştık. Efendi, sevdiğim bir insandı. Biraz sinirli tip olmasına rağmen, birbirimizi hiç kırmamıştık. Hanımı da efendi, oldukça sakin, boylu, postlu bir kadındı. Çocuklarını da çok sevdik. Kayınvalide ile de tanıştık. Bedia'nın bir de ablası varmış, O da okuldan, devre arkadaşım Salih Hücümenoğlu ile evliymiş. Ama ablasıyla tanışma imkanımız olmamıştı. Bizi akşam yemeğine alıkoydular. Muhabbetimiz ordu evine dönünceye kadar devam etti. Veda ederken, Erdem, ‘’yarın kabristanı ziyarete gideceğiz, oğlumun ölüm yıl dönümü, isterseniz siz de gelin’’ dedi. Biz de kabul ettik. Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra, tekrar evlerine , oradan da kabristana gittik. Çocuklarının mezarına çiçekler koydular ve dualar ettikten sonra, ‘’Ümmühan'ın kabrini de ziyaret edelim’’ deyince yüreğim küt, küt atmaya başladı. Demek ki Ümmühan da bu kabristandaydı. Ümmühan, Erdemin dayısının kızıydı. Köyden gelip, İzmit'te, ilk okulun 4-5 sınıflarını okurken tanımış ve sevmiştim. Çocukluk aşkından ileri bir şeydi. Kendisini evlenenciye kadar da sevmiştim, Esmer tenli, şahane hareli gözlere ve güzel bir endama sahipti. Hasta idi. Daha doğrusu veremdi. Haydarpaşa lisesinde okurken, hem İntaniyede, hem de Heybeli Adada yatarken ziyaretine gitmiştim. Erdemin Dayısının ilk evliliğindendi. Erdem de yeğenini buraya aldırtıp hastaneye yatırtmış ve burada iyileşemeden rahmetli olmuştu. Ve Allah nasip etmiş, şimdi kabri başında Onun için el açmış dua ediyordum. İçim hüzünle doluydu. Yasemin de Hava Harp Okulunda iken yanlış gönderdiğim mektuptan dolayı Ümmühanı sevdiğimi biliyordu. Şimdi kendisi de dua ediyordu. Ama ne düşündüğünü bilemiyordum. Aradan çok zaman geçmişti acaba unutmuş muydu?
Bu defa akşam yemeği için onları Ordu Evine davet ettik. Geleceklerdi. Böylece, Gelinle , eşim iyi anlaşacak, İzmir’e her gelişimizde Erdemlere muhakkak uğrayacaktık.
Karşıyaka'da da, çok sevdiğimiz ahbaplarımız, Kâmil Alb. ile Ayten hanım oturuyorlardı. Onlarla, Ankara- Yenimahalle lojmanlarında karşılıklı altı sene oturmuştuk. Emekli olup, Aşağı Ayrancıda otururlarken de ahbaplığımız devam etmişti. O tarihlerde, İki oğlu Cüneyt ve Cem üniversitede okuyorlardı. Cüneyt Orta doğuyu bitirmiş İsveçli bir kız olan Birthe ile evlenmişti. Bir gün öğleden sonra, Vapurla geçerek, onlara gittik. Geleceğimizi biliyorlardı. Evleri kendilerine aitti. Karşıyaka İskelesinden, batıya doğru, 200-