Elime aldığım mektup sürgündeki aradığım fakat
akıl hastanesinde bulamadığım arkadaşımdan geliyordu. Çevirdim zarfın üzerine
baktım gerçekten de bana gelen elimdeki okuduğum o mektup hiç tahmin etmediğim
Almanya’dan geliyordu. Oysa benim ne Almanya ile bir ilişkim vardı, ne de
buralarda bir yakınım veya tanıdığım kişi vardı. Ama doğruydu bu elimdeki
mektubu sürgündeki arkadaşım yazmıştı, hem de onu Almanya’dan yazmıştı.
Şaşkınlıkla mektubu tekrar, tekrar okudum.
Meğer sürgündeki arkadaşım gönderildiği akıl
hastanesinden, çıkar çıkmaz bir yolunu bulmuş kendini doğruca Almanya’nın
kollarına teslim etmişti. Mektupta yazdığına göre, Alman hükümetinden siyasi
sığınma hakkı istediğini ve bir Alman kadınla evlendiğini yazıyordu ve bu gün
yarın sonucunun belli olacağını istersem beni de istek yaparak kendi yanına
aldırabileceğini yazıyordu.
Şaşkın şaşkın gelen mektubu tekrar, tekrar
okudum. Mektubun sonuna doğru okuduğum bazı kısımlarında kafam karışmaya başlamıştı.
Satır aralarında bana eski yerlerden beraber çalıştığımız yerlerden haberler
soruyordu. Değişik neler olduğunu soruyor, sanki bir şeyleri söylememi yazmamı
istercesine beraber çalıştığımız eski yerden ölen kalan kim var kim yok onları
soruyordu.
Oysa kendisinin başına ne geldiyse, bu soruları
sorduğu şehirde gelmişti ama neden sorduğunu bir türlü anlayamadım. Onun isteği
üzerine hemen cevap yazarak bildiğim her şeyi şehirde öldürülen iktidar
partisinin yöneticisine ve suçlusunun yakalanıp ceza evinde yattığına varıncaya
ne olduysam ve ne biliyorsam duyduğum bildiğim her şeyi birer birer cevap
olarak yazdığım mektupta anlattım.
Aradan on beş yirmi gün geçmeden sürgündeki bu
arkadaşımdan bana tekrar ikinci bir mektup daha geldi. Bu defa gelen mektubunda
kendisinin siyasi sığınma hakkını aldığını ve bir iş bularak çalışmaya
başladığını, artık Türkiye’ye dönmeyeceğini ancak ilerdeki bir tarihlerde
Türkiye’de siyasi ya da değil suçlular için bir genel af çıkarsa belki bir gün
dönebileceğini yazıyordu.
Bildiğim kadarıyla sürgündeki arkadaşımın, solcu
olmasından başka hiç bir suçu yoktu. Hiç bir siyasi olaya da adı karışmamıştı
amma, neden bana öyle yazdığını anlayamadım. Her halde bir bildiği vardır
askeri yönetimden korkuyordur falan diyerek düşündüm ve bunları, önemsemedim.
Çünkü onunla mektuplaştığım günlerde, halk
arasındaki söylentilere göre ülkede karanlık şeylerin yaşandığı söyleniyordu.
Solcuların sağcıların birer, birer toplanıp ceza evlerine atıldığı ve onlara
işkenceler yapıldığı söyleniyordu. Bu söylentileri bildiğim ve duyduğum için,
Almanya’dan bana mektup yazan arkadaşımın yazdıklarında başka bir anlam olduğunu
düşünemedim.
Ülkede askeri yönetim her yerde işi ele almıştı.
Resmi dairelerdeki yöneticiler hepsi askerlerin elindeydi. Bir tek okullar öyle
değildi okullarda yine öğretmenler ders veriyor, yine öğretmenler yöneticilik
yapıyorlardı.
Bir yaz akşamıydı, bulunduğum mahallede bir
okulun bahçesinde talebeler kendi aralarında hazırladıkları müsamereyi ve
eğlenceleri yaz günü olduğu için okul bahçesinde velilere ve halka
sunuyorlardı. Neden gittim bilmiyorum kalabalık dikkatimi çekti vardım ben de
onları izlemeye başladım. Benimle beraber kalabalık arasında gösterileri
izleyen tanıdığım bazı kişiler’ de vardı.
Tanıdıklarımdan birinin oğlu hem gösterileri
seyrediyordu hem de elindeki kâğıt torbadan çıkarttığı leblebilerini yiyordu.
Bu çocuk bir ara ön sıralarda bulunan kendi arkadaşına şaka olsun diye leblebi
tanesi atar. Olacak bu ya o leblebi gider, ön sıralarda görevli bulunan bir
astsubayın kulağına değiverir.
Kulağına leblebi tanesi değmesine değer de, vay
babam sen misin bunu atan derler, sonra bu adam askerlerine derhal emir verir
apar topar arkadaşımın bu on beş an altı yaşlarında ya var ya yok olan çocuk
yaştaki oğlunu, apar topar yakalarlar ve bunu götürürler jandarma karakolundaki
nezarete atıverirler.
Olayı duyan babası telaşlanır. Oğlunun karakolda
dayak yemesinden korktuğundan onun adına özür dilemek için doğruca karakola
koşup karakoldaki oğlunu nezarete atan ast subayla görüşmek ondan oğlu adına
özür dilemek ve girdiği nezarethaneden oğlunu kurtarmak isterdir.
Bunu önce karakolun önündeki nöbetçi askerler
durdururlar, önce onlar kapı önünde bir güzel sorguya çekerler, arkasından bu
da yetmez onu da babasıdır falan demezler, sen de askere karşı gelenlerdensin
diyerek apar topar içeri alırlar, doğruca götürüp oğlunun yanında bulunan demir
parmaklı ikinci bir nezarethaneye onu da koyuverirler.
Koydukları bu kişi bir devlet memurudur ve hatta
o bir dairede amiridir. Ayrıca olayın yaşandığı yer asayiş yönünden polis
yetkisinde olan şehir merkezidir. Ama onlar bunu ne dinlerler ne de oğlunu
karakoldan kurtarmaya gelen memurun, memur olmasına aldırmazlar.
Oğlunu kurtarmak için karakola giden baba neye
uğradığını şaşırır. Bir tarafta dayak yiyen oğlu sorulara acılar içinde cevap
vermekteyken, yan tarafta ise kendisi sorgu sual sırasının kuşkular içinde
sıranın kendisine gelmesini beklemektedir.
Aradan saatler geçer gece yarısı olur. Hala
bunlar baba oğul karakolda demir parmaklıklar altında iken yetkili astsubay ne
düşündü bilinmez memur ve daire amiri olan babasını gecenin ikinci yarısında
serbest bırakarak bir sürü nasihat ettikten sonra onu evine gönderir.
Baba şaşkın, şaşkın evine döner fakat o gece,
onun kurtarmak istediği oğlu nezarette kalır. Ertesi gün olur resmi daireler
açılır ve babası ilgili karakolun üst yetkilisini arar ve başına gelen durumu
buna bildirir. Sonunda oğlunun suçlu olmadığı öğrenildiğinden dışarı
çıkartırlar amma olan olmuştur çocuk nezarethanede bir hayli hırpalanmıştır.
Çocuğunsa askerlere karşı güveni kalmamıştır. Daha askerliğini yapmadan,
askerlikten nefret etmeyi öğrenmiştir.
Kim ister asker gelsin konsun başa,
İster mi hiç, huzur olsa her yerde,
Onun için dedik hep, sen çok yaşa,
Çünkü bizim asker, çareydi derde.
Günler sessizlik içinde geçiyordu bir ara üç beş
günlüğüne bir göreve gönderildim benimle beraber görevli olan kişilerle gündüz
işlerimizi yapıyorduk akşamları lokalde yiyor içiyor eğleniyor ve gece de
görevli olduğumuz yerin misafirhanesinde kalıyorduk.
Gece olmuştu ve yatma zamanımız gelmişti.
Beraberce kalktık yatmaya gittik. Yatmak için gittiğimiz misafirhanenin kapısı
açılmıyordu kapıyı çaldık. Biz karşımıza bir görevli çıkacak diye beklerken
içerinden karşımıza bir astsubay çıktı. Adam bağırıyordu şimdi sizleri
tutuklatırım gidin buradan bu saatte buraya giremezsiniz diyordu. Hâlbuki
kaldığımız yer sivil bir idarenin misafirhanesiydi ve bir gün önce orada
kalmıştık eşyalarımız her şeyimiz oradaki odamızdaydı. Sonradan öğrendik’ ki
bizi içeri sokmayan tutuklamakla tehdit eden bu astsubay o gün gelmiş oraya
yerleşmişti, o da orada bizim kaldığımız
misafirhanede kalmaya başlamıştı. Görevlilere de sıkı, sıkı tembih ederek,
kendisinden başka kimsenin misafirhanede kalmasını istememiş kaldığımız bu
yerdeki odaların boş kalmasını emretmiş.
Çaresiz şöyle dururken, başımız belaya girmesin
diyerek, şartları daha fazla zorlamadık ve bizler oradan ayrılarak o geceyi bir
başka yerde geçirdik.
Düşünüyordum;
Acaba diyordum, bu asker bizlerden korktuğundan
mı öyle yapmıştı, yoksa elindeki yetkilerini kendilerini bize karşı ispatlamak
için mi öyle davranmıştı. Sanırım o günlerde bizlere ihtilalin gücünü göstermek
istiyordu.
Neyse ki buradaki görevimiz uzun sürmedi kısa bir
zaman sonra tekrar gerçek görev yerlerimize döndük.
Biz ne ihtilaller gördük
Ezilenleri işkence yapılanları gördük
Bu sağcıdır deyip bu solcudur diyerek
Hor bakanları,
Fikirleri suç sayanları gördük.
Gösteriler
Mitingler
Ve bağırıp çağıranları çok gördük.
Sokakları ayıranları
Kırk yıllık mahallemize sahip çıkanları
Ve çok kardeş kavgaları gördük
Bu da olmadı
Aramıza nifak sokanları
Gördük.
Çare bildik
Ve asker, dedik
Bağrımıza bastık, baş tacımız yaptık
Bazen kızdık, bazen sevindik
Ve yine de huzuru
Biz....
Onların sayesinde gördük.