Aylar geçti ve hala uyuyorsun prenses!
Ah
Bilemezsin o kadar tuhaf ki şu an rengin
Rahat mısın? Cibinliği tel örgülü gömütünde kör solucanlarla
Gerçekliği asırlardır tartışılır o cadı penceresinden
Bakıyorken sessiz karanlığına
Rengin şu an o kadar tuhaf ki bilemezsin
Ah
Üzerlerinden dev ateş semenderleri geçtiğinden beri
Algılarını kaybetmiş
İki et parçasından başka bir şey değil şu kocaman ellerim
Ki
Dokunduğumda
Senin o zarif kelebek kanatlarına
İşte bu yüzden imkansızdır
Varlığıma taşıdığın
Ilık cennet meltemlerini hissedebilme hayalim!
.
.
.
Boş yere akıp gidiyor gözyaşlarım…
Getirsem dahi ölenlerimi geri
-(ki bahşedilmiş güçlerimden birisi de diriltebilmektir
ölenleri)
Biliyorum çünkü geri getiremeyeceğimi
Ölümsüz zannettiğim her sevdamdaki yitik sevinçleri
Fakat halen en parlak yıldızıyım da lanet olası gökyüzünün!
Bu yüzden
Güneş batınca yükselir aydınlığım
Ve
Evvel bir kadın
*Metruk bir liman kasabasında anımsar gözlerimin ışıltısını
ansızın
Tutku şarkıları mırıldanır denizinde altınlanan yakamozlar
Ki
Zalim suskunluğunda
İzler gözlerim uzak ufuklarda aydınlanan tüm o vazgeçimsiz arzuları;
-(ki bahşedilmiş güçlerimden birisi de budur sınırsızdır çünkü
görme yetim ve birazdan okuyacağınız üzere güçlü nefesim)
-“Varlığıma tutuşmuş ikiz tepelerde
Kızıl alevli ölüyorum ağıtları yakılıyorken biçare ellerce
Evvel zaman putperest ayinler düzenlediğim yasaklı koylar
En derinlerinde dahi hissediyor oluyorlar kavuran nefesimi!”
.
.
.
Gotik bir tablo mudur gerçekten gece?
O tek hecenin hatırına mıdır? Yoksa katlanılan bunca işkence…
Sıradan sevda şiirleri beklemeyin benden derken hece hece
Aslında
Nasıl da acı çekiyor
Sevenlerimi alınlarından öpmekle yetinmez erkekliğim
Bir bilseniz ah!
Ne yapsam nafile…
Ve fakat
Çömelmiş yere bin pişman bakınıyorken gökyüzüne yeniden
Geçiyor ya gözlerimin önünden
Sırıtışlarını bulutlar ardına ustaca gizlemiş o kambur zangoç;
Cismini amme hizmetine vakfetmiş isyankar erkekliğim
O an
Yeni bir sefere daha korkusuzca yelken açıyor
Dev katamaranıyla…
(Yıldıray Kızıltan)