Aşkın Boyutsal Derinlikleri
AŞKIN BOYUTSAL DERİNLİKLERİ
Bizde anlamlı bir bakış, gamzeli bir gülümseyiş, büyük aşkların doğmasına neden olan
ufacık ayrıntılardır. Bu yazımda aşkı sorgulamak için burdayım. Aşk...
Aşk
bizde genellikle “Doğu’ya özgü bir ilişki biçimi” olarak
değerlendirilir. Mecnun’u çöllere salan Leyla, anaerkil toplum
özelliklerini yansıtması bakımından çok önemlidir ve “Doğu”lu kadının
kendine olan özgüvenini artırır. Şirin için dağları delen Ferhat
hikâyesi geleneksel sözlü halk edebiyatının vazgeçilmezleri
arasındadır. Hatta kutsal metinlerde bir iftiranın kurbanı olarak
işlenen Yusuf... “Yusuf ile Züleyha” hikâyesinin aşk kahramanı olarak
çıkar karşımıza. Oysa aşk evrensel bir duygudur. Yani köleci toplumlara
veya doğu feodalizmine özgü bir “ilişki biçimi” değil, insan yüreğinin
derinliklerinde uyuyan, uykuda sessiz bekleyen potansiyel bir güçtür.
Yeraltında, binlerce kilometre derinlerde, madeni eriyiklerin arasında
sessizce akan harlı lav ırmakları gibi sessizdir. Koşulların
olgunlaşmasını bekler. Ortaya çıkacağı koşullar oluştuğunda da tıpkı
bir yanardağ gibi ateş püskürtür. Aşk, bir duygu patlaması, duygu
sağanağı, duygu fırtınasıdır. Yani bir duygudur aşk... sevgi duygusunun
insan eli değmemiş zirveleri, içinde her an patlamaya hazır kızgın
lavlarıyla sevginin buzullu zirveleridir –ki, oraya çıkmak çok zor,
bazen imkansızdır. Zahmetli, çileli, meşakatli bir yoldur. Bu bakımdan
sanki ilahi bir boyutu da vardır.
Fakat aşkın başka realiteleri
de vardır. Aşk mesela onu yaşayan kişi nasıl algılıyorsa öyledir. Göz
göze gelir, bakışır, bir anda aşık olur. Karşılıklı etkileşim, -ki
içinde çoğunlukla cinsel çekicilik vardır, o kişi tarafından “aşk”
olarak algılanır. Bir toplumun değerleri, kültürü, gelenekleri de
biçimlendirir aşkı. O topluma ait kültürel birikimlerin bir parçası
haline gelir. Şiirler yazılır, şarkılar söylenir, filmler çekilir.
Sonunda öyle abuk subuk, öyle klişe, öyle şablon hikâyeler ve ilişki
biçimleri çıkar ki ortaya, o ilişkiler ilkel toplumlara “aşk” diye
pazarlanır.
Aşk eğer evrensel bir duyguysa, “Doğu”da da,
“Batı”da da yaşanır. Yaşanmaz aslında, derinden etkilenerek hissedilir.
Mesela “Romeo Julia” klasiği böyledir. Mesela Antik Yunan mitolijileri
akıl almaz aşk hikâyeleriyle doludur. Öyle ki, bu işin “tanrı”ları veya
“tanrıça”ları bile vardır. Mesela Aşk Tanrıçası Afrodit... Yattığı
erkeklerin sayısını kendisinin bile bilemediği Eski Mısır Kraliçesi
Keleopatra’nın yaşadıkları “aşk” mı bilmem, çünkü yattığı erkekleri
zehirleyerek öldürdüğü de söylenir, ama Yunan mitolojilerinde adı
sıklıkla geçen Medusa’nın yaşadığı gerçek anlamıyla trajik bir aşktır.
Çünkü
aşklar bazen trajediye dönüşebiliyor. Onu kıskanan bir cadı, güzeller
güzeli Medusa’nın saçının her telinden bir yılan çıkarıyor. Akdeniz
kıyılarında rastlanan başı yılanlı Medusa kabartmaları hala turistlerin
ilgisini çekmektedir.
Çağdaş Türk Edebiyatı’ndaki aşklar bence
daha benzersiz oluyor. Geçenlerde bir çırpıda okuduğum Vehbi
BARDAKÇI’nın “Kelebek Vadisi” adlı romanında böyle benzersiz bir aşka
tanık oldum. Siyasi nedenlerle ülkesini terk etmek zorunda kalan
“Doğulu” Oktay ile, Doğu’nun egzotik kültüründen etkilenen ve bu
kültüre ilgi duyan Batılı Dorina’nın aşkını keyif alarak okudum. Ve
orda şunu anladım. Aşk aslında çoğumuzun sandığı gibi içinde cinsel
çekiciliği barındıran çoşkulu bir duygu hali değildir. Aşk, Vehbi
BARDAKÇI’nın tanımlamasına göre, bir benliğin başka bir benlikte yok
olmasıdır. Aşık olan insanda benlik duygusu yoktur artık. Yatan,
uyuyan, yiyen, içen, gezen, konuşan kendisi değildir. Yok olup gittiği
benlik vardır, kendisi yoktur. O benilkte kaybolmuştur. Aşk ortaya
çıktığında, aşık olan yok olmuştur. Yok olup gittiği benliğin
damarlarında akarak onun kalp atışlarıyla buluşur.
Aşk, iki
benliğin tek benlikte erimesi ve yok olmasıdır. Yani aşık olan kişi
kendi benliğinden vaz geçecek. Var mı böyle aşk günümüzde? Ya da sizi
kendi benliğinizden vazgeçirecek biri... Dağ gibi egosuyla önünüze
dikilen, bencilliği ayyuka çıkmış tüketim toplumunda böyle biri var mı
gerçekten? Günümüzün aşıkları bırakın kendi benliklerinden vazgeçmeyi,
aşık olduğu kişiden havuzlu bir villa, pahalı bir takı, lüks bir
otomobil koparmaya çalışır. Eğer artık alabileceği bir şey yoksa aşkı
hemen biter.
Yine Vehbi BARDAKÇI’nın “Özgürlük” adlı romanında
Kızılırmak Erciyes’e aşık olur, fakat kavuşmaları imkansızdır. Güneş,
uğunarak, ağlayıp çırpınarak, Karadeniz’e doğru akıp giden ırmağa,
“eğer sen kendi benliğinden vazgeçersen, ben seni Erciye’le
buluştururum” der, Kızılırmak buna razı olur. Güneş ırmağa olanca
sıcaklığını gönderir, ırmak buharlaşır uçar, gökyüzünde bulut olur.
Artık o ırmak değildir, kendi kimliğinden, ırmak kimliğinden, öz
benliğinden vaz geçmiş ve bulut olmuştur. Bulut kar olur ve Erciyes’in
başına düşer. Erciyes’in zirvesindeki buzullar, aslında Kızılırmak
suyudur. Ama artık su değildir, kendi benliğinden vaz geçip buzul
olmuştur. Başka bir benlikle, Erciyes’in o yüce benliğiyle bütünleşmiş,
onunla bir olmuştur. Erciyes’le buzulun birbirine çok yakıştığını gören
güneş, dört mevsimde hep birlikte olmalarını ve sonsuza kadar birlikte
yaşamalarını ister. İşte bu nedenle yaz ve kış mevsimlerinde Erciyes’in
buzulları hiç erimez. Buzullar eriyip aksa, su olup ırmağa karışacak ve
tekrar eski kimliğine, eski benliğine dönecek, o zaman da aşk
bitecektir. Ünlü yazarımız Vehbi BARDAKÇI’ya göre, Erciyes’in başından
hiç eksik olmayan buzulların hikâyesi budur. Ben de onun yalancısıyım.
Melike Melis Öneş
Tarsus Halk Gazetesi
Yüreğimden sızanlar adlı köşemden
21.11.2009
(
Aşkın Boyutsal Derinlikleri başlıklı yazı
Melike MELİS tarafından
10/6/2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.