YENİ BİR GÜN
Hayata, daha çok isimler ve fiillerle bağlanıyoruz. Arkamda bıraktığım hayatın son günü. Her şey çok ağır , kurşun gibi ağır. Geceler sıcak, yıldızlar yabancı. Gölgem önümde , orada, duvara vurmakta. Dokunuyorum kendi gölgeme, kendi ellerimle. Hangisi benim, duvardaki mi yoksa dokunabildiğim mi? Bir türlü ayıramıyorum. İkisinin de ben olabileceğini hesaba katmıyorum bile. Ruhumu çoktan yitirmiş bir bedenin küllerini muhafaza eden, bedeli kelimelerim olan hayatımı bir “Ney’in” kamışlarından koparılıp getirildiği gibi terk ediyorum. Ney’in üflendiğinde ağlayışı bundandır, geçmişini hatırlar özlem çeker. Dünyaları içine alıp da dünyalara sığmayan yüreğimi bir ebrû sanatıyla terk ediyorum. Suyu yağmur, fırçası gül dalı olan ebrûnun tekneye nazlı nazlı düşüşü bundandır, su üzerine nazla düşer, sevgilinin kaşına vuran bir yolculuğu anlatır.
Dairenin birbirine en yakın iki noktası aynı zamanda en uzak iki noktası değil mi ki susmak en çok söylemek… Şems’in diliyle “Lâl oldu dilim dünyaya, konuşsam yağmur yağıyor, sussam harf harf göl oluyor yüreğim. Anladım ki sana susuyor ömrüm.”
Şimdi elimde olmayan kaderimi bir kenara bırakıp yola çıkma vakti. İsimlerden ve fiillerden ibaret olan hayatıma nesneler, tümleçler katma vakti. Tam bir şuurluluk hâli içinde, gerisin geriye gitme vakti…Bir kıvılcım alevleniyor gözlerimden, seni sana anlatma vakti…
Bekleme salonundan acili seyrediyorum, pencere üstlerinde güvercinler var sabahı bekleyen, dışarıda hayat bir lodos, yağmur canhıraş bağırışıyla camı döverken, üstâd Necip Fazıl’ın mısraları geçiyor içimden…
Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Nede şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar…
Akşam inip de mesai bitince, başlıyor taarruz. Devânın peşinde devasa bir koğuş, kâh ayak sürüyerek kâh şimdi can verecekmiş gibi soluksuz öksürerek karşılıyor yeni bir günü. Karanlığın battaniyesi saklıyor bitkin hastaları, bundan sonrası tesbih, dua, şükür, serum…
Karşı sedyede yatan dede akşam 16:00 dan beri burada,arada bir göz göze geliyoruz gülüyor bana, geçtiğimiz 61 yılı nerde geçirdi bilmem ama 62. yıl yoklamasında ‘’burdaa’’. Çığlık çığlığa bir ambulans bölüyor sessizliği… Gecenin en karanlık olduğu an, sabaha en yakın olduğunuz andır… İlkin sabah ezanı müjdeliyor gecenin bittiğini, sonra gürültülü kahvaltı arabası…
Şimdi herkes ‘’ya çıkarsa’’ diyerek aldığı umudunu kontrol ederken, servisteki yatan hastaların umudu ise doktorun iki dudağı arasında, hemşirenin çizelgeye işlediği nabız tutanağında, belki de dilini bilmediği bir patoloji raporunda…
Hayat, eczalı bezler arasından ‘’iyileş hadi’’ diye haykırıyor, bak yeni bir umut doğuyor.
Sabah olup da dede torununu kucağına aldığı zaman anlıyorsun ki…
Bir taraftan dolarken diğer taraftan boşalan bir havuz problemi gibi hayat…Bugün gitmek mümkün olsa, koştukça yelesinden takvim yaprakları savrulan bir kısrağın üzerinde, gitsem uzaklara… Bu yıl umut almadım, ne olduğunu bilmediğim bir umudum var. Sardunyama kar yağdı, anılarım toza bulandı, çocukluğum Kaf Dağı’nın ardında kaldı, yaşama ağrısı boynuma asıldı…
Ve… Mevlana’nın unutulmaz nasihatı
‘’ Kabuğu kırılan sedef üzüntü vermesin sizlere içinde inci tanesi vardır’’…
Yeni bir gün daha… dua, şükür, serum…
SIRR-I HÜZÜN