Sensizliğin Vurgunlarında Yüreğim
Her sabah göçebe gönlümün katarlarıyla, dilimde aynı türkülerle
Sol böğrümdeki sancıyla, hüznün göçlerine vuruyorum bedenimi
Fısıltı ormanlarını geçerek, yürüyorum gözlerinin saklı ülkelerine
Sonsuz bir denizdir sevdan, sensizliğin vurgunlarındayken yüreğim
Serin bir Nisan gecesinin koynunda, uzakta çoban köpeklerinin sesini dinliyorum. Bir baykuş tünemiş yaşlı kavağa, uykulara dalan bir köyü huzursuz ediyor. Senin kokunu soruyorum rüzgâra, alıp getireyim dilersen diyor, bir nefes daha çekiyorum tütünümden ve ‘haydi rüzgâr getir bana kokusunu yârimin’ diyorum. Gece susuyor, köpekler sessizliği dinliyor, baykuş dağlara kanat açıyor. Adam kollarını açarak yârine, ‘kokundan önce mi geldin gülüm’ diyor.
Mutluluk düşlerimizin sokağından geçince anıların pınarlarını arar gözlerimiz. Her kahkahanın sancısıyla aralanan dudaklarımıza ışık dolar, kavrulur yüreğimiz. Gecenin kadehinden damarımıza inen her damla tutkuya dönüşür sonra, el bedeni arar, yatakta alev parlar, dudak deli ormanlar gibi bir küçük yansımayla cayır cayır yanar. Rüzgâr koyuna çekilir sonra, duman uzaklara ağar, bulut olur yağmurla sohbete dalar. Yar, ah yar gözlerin olmasa, ateş bile boşuna ağlar.
Durmaksızın işleyen bu zaman çarkının dişlileri arasından kendi düşlerimize sıyrılınca anlarız kaybolan anlarımızın paha biçilemez değerini. Aşınan yolları yamarken insanlar, dökülen yaprakta hüznü, esen rüzgârda üşüten güzü ve ıslatan yağmurda sırılsıklam dünlerin sofrasında kaderi kaşıklarlar. Kahırlı bir şarkının unutulmuş sözlerine benzer oysa hayat, bugünün özünü saklayamayanlar, hep yiten dünlerin kırık türküsünü ezbere söylerler.
Yatağımızdaki ısıyı özleyince sıyrılırız bedenimizdeki terden. Gecenin kasığına yüklenir, arınırız birikmiş streslerimizden. Geniştir gecenin rahmi, solukla genleşir, dokunuldukça titrer arzunun her santimi. Alev göğse sıçrar, el bedeni kavrar ve her kavrayışla ruh kendi yatağını parçalar. Gece nefes nefeseyken odaya susku dolar, ardından uykulu bir düşün resmi geçidi başlar.
Sen, kırmızı renklerin ışıltılı prensesi. Gecemin çeperine düşen suların eşsiz alyansı. Sen, dargın düşlerimin sulh tanrıçası, avuçlarındaki billur ışıklarla ruhumun en eski asası. Biliriz ki, bilmeliyiz ki her uğrağımıza bir saray inşa ederek, her hüzün sapağına sevginin doğurgan tohumlarını ekerek ve mutluluk ovalarını seke seke geçerek varacağız buluşmaların menziline. Sana koşan bir deli tay olacağım ve günleri kilitleyeceğim adını taşıyan nil nehirlerine.
Sancımızın kabaran buluşmalarını göğsümüzden uzak tutunca yükleriz sarılış karelerini bedenimize. Bitmiş bir günün perdeleri karanlığı almaz içeri, bundan ağrır göğsümüz ve bundan ağuludur sözümüz. Sen aynada inleyişlerin buğularını ararken ben öfkenin tabletlerini yutuyordum uzak köylerde. Ağrımın koyusunda hüzündüm ve o anlarda seni değil, sensizliği düşündüm. Özlem kaygan bir düştü gülüm, eştikçe yokluğun göğsüme, çok ama çok üşüdüm.
Yüreğimdeki ömürsüz ihtilallerin kahırlarıyla zümrüt-ü ankanın asırlardır gizlediği gözlerinin derinliklerinde hüznün ilkyazlarına yürüyorum. Dağların en yükseğinde yalnızlığımın yedi başlı ejderhasını arıyorum günlerdir. Ateşe meydan okuyor dudaklarım, tenim geçmişin küllerini eşeliyor ve ben düşlerimin hudutlarında sevişmelere karantinalaşmış odalara kapatıyorum kendimi. Seni her düşündüğümde duman, seni her özlediğimde biraz daha kül olarak geçiriyorum ömrümü.
Her şafakta, her yeni günün esneyen kapısında çağıldayarak düşüyorum yollara. İpek dokunuşlarının en yalın adresinedir yolum. Yaşamın soluk haritalarında unutmadığım tek kenttir yaşadığın yerlerin. Sana gelen yollarda yeryüzü ateşler içinde yansa da, göğsümdeki ateşle dalarım, gözyaşlarımla meydan okurum tüm alevlere. Bir gün çığlığımı duyarsın yanı başında, göğsün pınarım olur, dizlerin dermanım, seninle bahar tomurcukları patlar tüm mevsimlerimin.
Az sonra düşeceksin gözlerimin bentlerine. Bir çıkış yolu arayarak işleyeceksin ruhumun en gizli geçitlerine. Az sonra, yüreğimin öfkelere bağlı halatlarını çözecek, karşımda yıkılmaz surlar gibi dikileceksin, ateşler yanarken çevremde. Az sonra, dünden kalan bütün yaşanmışlıkları önüme yığacaksın, suskun gözlerle. Nemli dudaklarınla sarılacaksın bu aşk adamına, sevdayla.
Birazdan, sesinin billur çeşmelerinden sular dolduracaksın gönül matarama. Birazdan sevda bakışlım, susacağız belki öylece. Bir filmin iki kişilik sahnesinde var oluşu ve yok oluşu konuşacak, kırk bir yerinden yamalı gönlümüzü birbirimize sunacağız sabırla. Az sonra aşk bakışlım, sen geleceksin karşıma, arınmış bir bedenle. Aşk soframızı kuracak, en doyumsuz şölenlerle sarılacaksın bu huysuz sevda adamına.
Yanan, yakılan ve parçalanan tüm yerlerimin acılı geçmişinde sen varsın bundan böyle. Ben ruhumun yağmalanmış kentlerinden taşınarak, sensizliğin fırtına mevsimlerini atlatarak, sevdanın bütün denizlerini aşarak sana geldim. Sevdanın sivri mızraklarını saplasan da göğsüme, eksik yaşanmış bir dünün bütün takvimlerini parça parça yırtarak at önüme. Bundan böyle bana biçilmiş bu sevda gömleğiyle dolaşsam da pejmürde, senin olduğun bir kâinatta, senin nefes aldığın bir evrende varlığından başka bir düşü görmemeye yeminliyim, ‘bu böyle biline’.
Selahattin Yetgin