Biz ki; zaman zaman bu dünyadan bunalmış iki gezgin gibi her gün yeniden çıkarız labirentlerimizden
Sessiz göz yaşlarımızla ormanları besler, gönlümüzü verdiğimiz nilüferleri sermaye yaparız şiirlerimize
Elmalarımızı çalar büyücüler, bir kuğunun kanatlarına tutunarak çocukların gülüştüğü kentler ararız
Ölüm, yaşanmamış kırmızı bir temmuzdur, külümüzü savurmaya hazır bir eylül dolanır başımızda.
Hayatımızın yuvarlak taşında gerdan kırar, göbek atarız utangaç gülümseyişlerle. Sokaklarda ceylan sürüleri, pusularda çakal gölgeleri ile milyon senedir döner bu dünya. Dal dal, gürül gürül, mevsim mevsim büyüyüşlerimizin ve kayboluşlarımızın umarsızlığında çalınır yaşamın garip tamtamları. Tırnağı her yerinden kırılmış, binlerce kadeh şuursuzca gırtlaklardan dökülmüş ve ar çivisi sökülmüştür bu hayatın.
Fısıltı ormanlarında kayıp bir hazinenin formüllerini birbirine ekleyerek bulmaktır yüreğini, seni anlamak. Tapınak yazıtlarının gölgesinde coşkulu halaylara durmaktır seni sevmek. Çocuk bakışlarının, bilge duruşlarının parklarında doyasıya yorulmaktır sevincine ortak olmak. Her kaybedişin hüznünde gülmektir varlığının sarmaşıklarına tutunarak bedenini kucaklamak. Seni sevmek, yeryüzünün atlasında varsıl kelimelere can vermektir bir tanem.
Yaşanası tüm duruşlarının yaşam bakışlarında tutkulu birkaç sözcüğe işlesem yüreğini, anlatabilir miyim seni? . Bir ney üfleyişinin ruhani sarılışlarında ne yaparsak yapalım, sarabilir miyim bedenini? . Kıyılır koca bir beden özleminle, çırılçıplak kalır deniz ötesi gözlerinde, tutuklanır sürgün yüreğinin hücrelerinde. Biriken sevgimizin hatıra tepelerinde bir yıldız gülüşüyle dokunmuştum oysa kutsal yüreğine. Gözlerin dalgalı denizleri çağrıştırırken gemilerimi sular basmıştı aniden. Geceler boyu korkak kürekler çektik biz bu aşka. Günlerce aşkın adasını aradık gizemli sözcüklerimizle yana yakıla. Çatlamış dudaklarımıza vefamızla dokunduk, umarsız bu sevdaya sen Leyla, ben Mecnun olduk. Sabır adasına biz bu aşkın bayrağını asarak dosta düşmana en büyük sevdamızı sunduk.
Gökteki sarı yıldızların ışıktan toplarla oyunlara daldığı, şarkıların sokaklarda müziğini aradığı, yalnızlığın kendi kahramanlarını sakladığı bu ömür limanında ne zaman aklıma düşsen yediveren güller açar içimde. Her gülüşünden güller ekerim kıraç topraklara. Ne zaman yalnız kalsam kızıl bir öfkenin sancısı basar bedenimi, parmaklarım ışık kümeleri toplar gökten, yalnızlığımın şehirleri yerle bir olur birden.
Koluma girince zaman, birlikte yürürüz bu kentin caddelerinde. Zamandan çaldığımız ne varsa ceplerimize doldurur, harcarız bir deniz meyhanesinde. Her kadeh kaldırışımda yüreğine, kucaklarım sevgini, tane tane olursun ellerimde ekerim denizlere gülüşlerini. Mavilikler avucumuza yakamozlarını sunar, inançlarımız büyür, karanlık yerlerde sevişerek öfkelerimizi gömeriz.
Her biri birbirine benzeyen, krokileri sonradan çizilmiş kaçak kentlerde biz en çok birbirimize benzediğimiz için severiz birbirimizi. Kendimizden olmayan tüm tutkuları atarız kapı dışarı. Her sorumuzda yanıt, her çölümüzde bir anıt, düşlerimizde büyür kimi binlerce sarkıt. Morunu beğenmeyiz dağların ve yeşil sevinçler ekeriz zirvelerine. Kendi sözümüzden başka hiçbir söz avutmaz, ağlatmaz bulut bulut yüreğimizi.
Çiçeklerin kırılmışlıktan dert yandığı, çıplaklığın utançlara soyunduğu bu yaşam kentinde gülü ustura yalnızlıklarına terk eden, bozgunlara doymamış yüreğimizi heder eden, acının hiçbir sofradan eksik olmadığı bir ömür talanı yaşanır sevgisiz. Hiçbir zaman kendi şiiri olmamış, ne yapsa kendi günlüğünü yazamamış kaçak yolcular vapurudur bu dünya. Fesat, yaban ve kendi dünyasında zavallı düşünüşlerle ömürlerini tüketenlerin dergâhıdır bu kent.
Her şiir, her yazı mutluluğu anlatmıyor işte. Sesimizi kendi sularımızda boğdukça ve geleceğimizi konuşamadıkça bu olmazlar labirentinden çıkamayacağız birlikte. Senin kartlarında, benim iskambil destelerimde hoşumuza giden ne var söyle? Binlerce şeytan taş atarken gövdelerimize neden korumaz bizi o çok sevdiğimiz yıldızlar, neden saklamaz kimliğimizi çok güvendiğimiz denizler?
Biz ki; zaman zaman bu dünyadan bunalmış iki gezgin gibi her gün yeniden çıkarız derinliklerimizden. Sessiz gözyaşlarımızla ormanları besler, gönlümüzü verdiğimiz nilüferleri sermaye yaparız şiirlerimize. Elmalarımızı çalar büyücüler, bir kuğunun kanatlarına tutunarak çocukların gülüştüğü, acıların işlemediği kentler ararız. Ölüm, yaşanmamış kırmızı bir temmuzdur, külümüzü savurmaya hazır bir eylül dolanır başımızda.
Çağrısız gittiğimiz tüm şölenlerde dingin yokluklar içerisinde olmamız bundandır belki de. İhanetin hiç yazılmadığı yaşam sözlüğümüzde aşınan, taşınan ve solan bir bahardır yaklaştığımız. Acıların kimsesizliği çarpar yüzümüze deniz kıyılarında yürüdükçe biz. En büyük serüvenimizi yazmaz masalcı dedelerimiz. Her sigara dumanında, her çaresizliğin tufanında yeniden doğrulur, aşkları, sevdaları yangın yüreklerimize hapsederiz.