Yüzümüze çarpan Eylül çırpınışlarına bir iç geçirip döndük kendimize
Yılgın düşlerin içinden geçerek saklandık ah örselenmiş öykülerimize
Yollara vurup kendimizi, içli bir ruh haliyle sarıldık kimsesizliğimize
Geçmişteki anların masalarına oturarak, küflü saatler kurdum gelişine
İçimizde kanayan dudaklarımızın örselenmiş kıyılarına şefkatin elini beklerdik, korkularla adımladığımız yol düşlerimizi günlüklerimize ekledikçe. Tütün sarısı ellerimizi saklayıp ceplerimize aşkın kirmenini sıkardık ellerimizle. Yüzyıl ötelerden canhıraş çığlıklar getiren simyacıların yolunu gözlerdik, gözbebeklerinde umut saklayan sevda savaşçılarının gözyaşlarını biriktirirken kadınlar tutkulu tenlerinde.
Dizeler asardık yanık ağaçlara, kül rengi gecelerin ılıman geçitlerinden geçerek aşka yürürdük. Güvercinler yol gösterirdi, biz kanlı sunakların suyollarında yıldızları göklerden saçlarımıza düşürürdük. Acının kollarına uzanarak dudaklarımıza en bıçkın naraları yerleştirirdik dağlara varınca. Öfkeydi dilimizdeki sevgi tutunuşları, hiddetle acımışlığımızı haykırır, her seste kendimize dönen bir aşkın yuvarlanışlarıyla sevda sarhoşluğumuzu dindirirdik.
Bir sessizliğe yürüyüştü benimkisi. Kendi sevincimin koltuğuna yaslanarak hüzünlere uzatırdım kimi bedenimi. Yaşam alanlarına dalarak seni arar, belki de en dar zamanlarda insan olmanın muştusunu ve utancını giyinerek üzerime sana yürürdüm. İçimi yakan sessizliklerin içinde kaybederdim kendimi. Nice pişmanlıklar, nice paralanmışlıklar ve uhdelerle donatılı bir atlasın tam ortasında dualara açardık ellerimizi. Dudaklarımdaki o sevgi hesaplaşmalarına ruhumun sarmaşıklarını dolayarak toprak serperdik dingin ruhların üzerine.
Biz aşka yürüdükçe, karanlığa tutunup bizi karşılardı insanlar. Gözlerindeki pişmanlık fenerleriyle ‘hoş geldin’ diyorlardı sevdanın gizemli medeniyetine. En büyük paylanmışlıkların ve paralanmışlıkların sayfalarını açtılar bir bir. Yoklukları işaret ettiler toprak elleriyle. Döküldüler birbirlerinin üzerine, hesapsız sevgilerin derinliklerinden sabırla geçerek içimize aktılar. İzdüşümü içimizde şekillenen bütün bekleyişlerin muammalarıyla kucakladık birbirimizi, soyunduk defalarca sevişmelere, giyindik umuda yürüyüşlere ve tükendik, soyulduk yine de sevginin arka bahçelerinde.
Bakışlarına yönelen bütün nehirlerin ayrılıklara kapalı kentlerinde kahkahan duyulurdu. Her duruşuna şiir, her bakışına onlarca şarkı, her ağlayışına isimsiz öyküler olurdum. Seni anlatmaya başlayınca balıklar çayırlara sıçrar, denizlerin derinliklerindeki yosunlar aşkın sahnesini çevrelerdi. Yeşil bir atlasa bakmaktı seni düşünüşüm, yokluğunla cinnet geçiren tüm dermansızların kaderine sövgüler türetip, içimdeki yorgun resimleri avuçlarındaki yaşam kareleriyle değiştirip, inadına okurdum aşkın anlamsız bildirilerini.
Güneşler sönük kalırdı sen içime doğunca. İzdüşümü bakışlarında büzüşen tüm renklerin efsane anası olurdun, tanımsız güzelliklerle paralanırdı dünya ve ben senin dizlerinde haylaz, sözden anlamaz bir çocuk olurdum. Yüzyıl geçmeden uyanmazdım sendeki uykulardan, her okşayışında denizlere dökülürdüm, her sorgulayışında kendimde hiç yaşanmamış ömürlerin törpüsüyle binlere bölünürdüm. Sökülürdüm aşkın simli iplerinden, söküldükçe tekrar gönlüne dikilirdim ve ben narçiçeği yüreğinden çoğalarak bir çağlayan olur, aşk dilenen kimsesizlerin yüreklerine şifalar gibi dökülürdüm.
Suskun cümleler yetiştirirdik birbirimize her vedanın son sahnesinde. Süzülürdük el ele birlikte, yıllarca girilmemiş ormanların sürgünlerine. Buz dağları erirdi biz birbirimizi özledikçe, ölümler biter, gemiler denizlerde nazlı bir yaprakça yüzer, gökyüzündeki bulutlar şiir olup üzerimize dökülürdü. Kıvılcımlarca tutuşurdu zemheriler, yangınlar kendi içinden uzaklara sıçramaz, aşkın coğrafyasını ılık bir cennet gibi yaşanılır bir dünya kılardı.
Selahattin YETGİN