Hayatın içinde ayrıntıların dehlizinde minik fotoğraf karelerini yakalayıp derine inen insanlardır, diğer insanlardan farkı olan. Çocukluğumuzda iki fotoğraf arasından bulduğumuz yedi fark gibi işaretlenmiş insanlardır, diğer insanlar gibi damgasız ve markasız olmayan. Damgasız değildir… Markasız değildir… Fermanı yazılmış bir kaderin tutsağıdır, belki de mahkumu.
Sokakta rastladığı bir kediden bir köpekten tutun da gencinden, yaşlısına, erkeğinden, kadınına gördüğü fotoğraf karelerini, gözlerinle çekip gördüklerinin ruhuna inerdi gözleri. Bunun için de hiçbir özel gayret veya çaba göstermezdi.
Oyuncağı bir kalem ve bir kâğıttan ibaretti. Malzemesi hem ucuz hem de pahalı olan dildi evet dildi sadece. Gözlerinle çektiği hayatın fotoğraf karelerini hayatın telaşı içinde biriktirendi… Biriktirendi ruhunun ve benliğinin kumbarasında… Kumbaranın içi fotoğraf karelerinle taştığı zaman, taşan bir nehir gibiydi etrafa saçılan.
İşte; o taşan nehrin ismi, etrafa taşan su birikintisinin ismi: SANCI
Bu sancıyla beraber ele alınan oyuncaklarla, pahada hafif yükte ağır olan dilin kıvraklığınla kumbarada biriken fotoğraf karelerinin eşliğinde çocuğun doğumunun yaklaştığının habercisiydi. Aşerdiği tek şey de hayat ve hayatın içindeki insan manzaralarıydı.
O doğan çocuğun ismi bir şiir, bir deneme, bir hikâye, belki de bir romandı.
Yazılan her bir hikayede iyi olsun kötü olsun her bir kahraman; oyuncaklarıyla oynayan o çocuğun en iyi arkadaşıydı.
Tıpkı Balzac gibi. Tıpkı, Goriot Baba’nın yazımının bitiminden sonra Balzac’ın, arkadaşlarının yanına gidip gözyaşlarının sel olup hüngür hüngür ağlaması gibi. Dilinde de tek bir kelime vardı:
“O onu seçti ve öldü. O, öldü.