Ne zordur yalnızlık! Mezar gibi soğuk ve ürkütücü… Duvarlar üstüne üstüne gelir. Gözün çalmayan telefonda, kulağın ise kapı zilinde takılıp kalmıştır. Beynini küçük kurtçuklar gibi kemiren düşünceler, bir türlü rahat bırakmaz olur. Düşündükçe bunaltır, bunaldıkça vicdanla birleşerek  benliğini esir alır. Kendinle konuşur, kendinle paylaşır, kendinle dertleşirsin. Kendini sorgular, yine kendini kendin yargılarsın. Sanık da sen, yargıçta sen, avukatta…

Tek katlı damı ve duvarları betondan yapılmış, önünde teneke saksıda susuzluktan kurumuş şeker çiçeği, karanfil, ve hanım eli gibi birkaç çiçekten ibaret olan küçük bakımsız bir bahçesi vardı. Bir göz odalı evinde her zamanki gibi yine tek başına ve  yine kendisi ile yapayalnızdı… Ne arayanı soranı, ne de geleni gideni vardı.

Şairin: “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge. Ne açar kimse kapım bâd-ı sâbâdan gayrı” dediği gibi kendini sadece yine kendisi düşünüyordu. Kapısını çalanı, arayanı soranı, geleni gideni yoktu.

Bir zamanlar karınca gibi etrafını saran onca insanlar nerede şimdi? Nerede dostları, arkadaşları, akrabaları, yakınları sevdiğim dediği insanlar?  İnsan düşmeye görsün. Arasan ilaç namına bulamazsın kimseyi. En yakının bile kaçar senden öbek öbek…

Canı sıkılmıştı. Sabah demlediği çayı ısıttı. Bardağa doldurduktan sonra, tek odalı evinin yola bakan küçük balkonuna, tahta tabureyi alarak oturdu. Gözleri nemli, gönlünü hüzün kaplamıştı. Gömleğinin cebinden paketteki son sigarasını çıkardı ve yaktı. Keyifle çekti dumanını ciğerlerine. Tadını çıkarmalıydı. Zira başka sigara alacak parası yoktu…

Yoldan geçen insanları izlemeye başladı. Her birini ayrı ayrı izliyordu. Her birinin yüzü mahkeme duvarı gibi. Soğuk, mutsuz, umutsuz, gergin, karamsar ve yalnızlığın yüzlerine bir yafta gibi yapıştığı insanlar. Onca kalabalığın içinde insanları böyle mutsuz, karamsar, yapayalnız hissettiren sevgisiz, vefasız, nankör yapan bencilce yaklaşımlarından başkası değildi. Daha önce nasıl da fark edememişti? Zira insan  çoğu şeyi yaşayarak öğreniyor ve ancak yaşadıklarından ders alabiliyordu. Ders alabilmesi için, önce musibete maruz kalmalı idi. Bir musibetin bin nasihatten etkili olması gibi. Hayat da dersini yaşatarak veriyordu.

Hayalinde bir bir canlandı yaşanmışlıkları… Gözleri nemlendi…

Anne babası, ona hayatı öğretmediler. Özel kolejde okuttular. Lakin kendisinin özel olduğunu hissettirmediler. Her istediğini para ile elde edebileceğini öğrettiler, paranın satın alamayacağı değerleri öğretmediler. Paranın yaşamak için bir amaç değil, sadece bir araç olduğunu öğretmediler. Ona çalışsın diye iş buldular. Sebat etmesini öğretmediler. Yuvası olsun diye bir eş, bir ev verdiler. Lakin o yuvanın bekası için gerekli olan en önemli şeyin sevgi, saygı ve sorumluluk bilincinin önemli olduğunu öğretmediler. Her düştüğünde el verip kaldırdılar, bir defada” kendin düştün, kendin kalk” demediler.

Her şeyden önemlisi ona karakterini sağlamlaştıracak bir fırsat vermediler. Her şeyini, işini, eşini, yuvasını, kızını, dostlarını  kaybettiğinde anlamıştı bütün bunları. Düşmüştü, yine eskiden olduğu gibi anne ve babasının el vermesini bekledi. O el uzanmamıştı. Zira anne ve babası da onu yapayalnız bırakmıştı.” Öğreneceğim” diyordu hayatı geç de olsa… Kalacak yeri yoktu. En son çocukluk arkadaşı ile kalmıştı. Bir müddet sonra o da yol verdi. Artık dışarıda parklarda kalıyordu. Hatta bir arkadaşı onu uzaktan görmüştü. Kimseye göstermeden çöp kutusundan ekmek aldığını da, gözyaşlarını tutamamıştı. Bir zamanlar jöleli saçların ve Rayban marka gözlüğün yerini, kirden yağlanmış saçlar ve gözlerinin altındaki morluklar almıştı… En pahalı mağazalardan aldığı kıyafetlerin, ayakkabıların yerini kirden, pislikten rengi seçilmeyen, kimi yeri yırtılmış tişört, pantolon ve ayakkabı almıştı.

İnsan ne oldum dememeli, bu gün sahip olduğu sağlığa, zenginliğe, güzelliğe güvenmemeli. Her birinin bir anda yok olabileceği bilincine sahip olmalı.

Anne ve babalar da her şeyden çok sevdiği evlatlarını yetiştirirken onları hayata hazırlarken, güçlü bir irade sağlam bir karakter ve hayatta mutlu olabilmesi için ruhunu sevgi ile doyurmalı. Sevgiyi, sabrı, kanaati, mücadele etmeyi ve mutlu olmayı öğretmeli.

Yaşanmış her hayat içinde ders verici bir kıssa bulundurur, hisse almasını bilirsen…

 

Muhabbetle.

Hanife MERT


( Gerçeğin Acıtan Yüzü başlıklı yazı HanifeM tarafından 3.05.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu