Mesleğini çok seviyordu. Araştırmak,
fotoğraf çekmek, yazmak; zaman zaman matbaa kokan dergilerin içinden başka
insanların gözlerine belki oradan da yüreklerine yolculuk etmek çok anlamlıydı onun
için ve vazgeçilmezdi.
Anadolu'nun güzelliğini algılamak, yaşamın
çirkin taraflarından bakışlarını çevirdiğinde yeniden doğmak gibiydi. Buralarda
bir güler yüz veya misafirperver bir insan, kapısının önünde oynayan masum bir
çocuk bu eşsiz mavi gezegeni temsil edebiliyor, diyordu. Ya Dünya’nın gri, tozlu, yaslı tarafları,
karanlık ama hiç aydınlanmayan, tek yağmuru gözyaşı olan yerleri, buraları da
görmüştü. Mavi gezegeni kanla kırmızıya, saplantı sanayilerle griye, acılarla
karaya boyamaya çalışıyor insanoğlu. Ne yazık ki başarılı da oluyor. Bu yüzden,
işi doğanın, mavi gezegenin kucağında yani buralarda daha aydınlık, daha mutlu,
daha huzurlu bir duruma dönüşüyordu.
-Ey güzel Anadolu, sana aşığım
ben!.. Diye haykırdı,
Bazen arabayı durduracak kadar
yavaşlıyordu. Onun için bu bir terapi; Dünya’nın acılarının karşısında bir
yenilenme fırsatı, hatta mücadele için kutsal bir destekti. Bu yolculuğunun
nedeni, yani görev konusu bu sefer bir ağaçtı. Hani çaputlar bağlanan dilek
ağaçları vardır ya onlar gibi bir ağaç. Bu konu ona çok iyi gelecekti,
hissediyordu. Bir sonraki konusu ne olursa olsun önemli değil, siyah da olabilirdi ama şimdi
bembeyaz bir hikayeye sürüyordu otomobilini.
Bildiği kadarıyla ilerlediği, bilmediği
yerlerde haritadan yararlandığı yollar, gördüğü tabelalar onu çok sevimli bir
köy meydanına getirdi. Hava çok güzeldi, güneş çocukların resim defterlerine
çizdiği gibi gülümsüyordu sanki. Bulutlar vardı ve bembeyaz keskin hatlarıyla
süzülüyorlardı. Köy olurda küçük bir kahvehane olmaz mı? Birkaç nur yüzlü
ihtiyarıyla öylece yerini almış eski bir ahşap yığını. Buranın ne siyah beyaz
resimleri vardır diye düşündü. Ne yüzler geçmiştir buradan, ne muhabbetler
yapılmıştır bazen ateşli, bazen hüzünlü, bazen de güleç. Kahvehaneye yaklaştı
ve başıyla selamlayıp, çok çok sakin bir tavırla,
-Hayırlı günler. Dedi,
Gözlerini en yakınında dikkatlice
ona bakan sevimli ihtiyarın gözlerine odaklayıp devam etti,
-Ben bir araştırmacı yazarım.
Köyünüzde bir dilek ağacı varmış. Aslında adı Kader Ağacı, nerededir bu ağaç?
Tarif edebilir misiniz? Öncelikle birkaç fotoğraf alıp sonra yine sizlerle bu
ağaç için görüşmek isterim.
-Teşekkür ederim. Yalnız bana
olmaz, amcalara da getirir misiniz?
-Tabi hemen. Siz Kader Ağacına
mı geldiniz?
-Evet
Yakınındaki ihtiyar,
-Sen önce bir dinlen hele. Bir
çayımızı iç ki önce çayımızın tadından yola çıkarsın.
-Çok güzel yollardan geçtim,
hayran kaldım, buralar çok güzel.
-Öyledir evladım.
Kahveci çayları dağıttıktan sonra
ilk yudumları ihtiyarların içmesini özenle bekledi ve sonrasında kendi çayını
da yudumladı. Gerçekten çay bir başka lezzetliydi, yüzüne yansımıştı. Keyifle,
-Nerede bu Kader Ağacı?
-Bak evladım, şu yokuşu
görüyor musun? Oradan doğru çıkacaksın ve Kader Ağacı tam karşına çıkacak.
Arka taraflarda oturan ak
suratlı bir ihtiyar da,
-Sen önce resimlerini çek,
oraları bir gör, sonrasında biz anlatırız sana, sen merak etme. Dedi.
Çayını içtikten sonra müsaade
isteyip otomobile yöneldi. Oldukça heyecanlıydı. Fazla toz kaldırmadan yavaş
yavaş yokuştan tırmanmaya başladı. Sağlı, sollu seyrek sıralanmış, çiçekler
içerisinde uyuyan bahçeli köy evleri bir misafiri karşılıyordu sanki. Tırmandıkça çaputları
sallanan ağacı yukarıdan aşağıya doğru görmeye başladı. Yol gittikçe
düzleşiyordu. Düzlüğe tamamen çıktığında otomobilden indi. Rengarenk çaputlar
içerisinde, arkasında eşsiz bir orman ve dağ manzarası, masmavi bir gökyüzü ve
gülen bir güneşin altında bir ağaçtı Kader Ağacı. Hafif hafif esen ılık rüzgar
sırtında ıhlamur kokusu taşıyordu. Kuşların sesleri bu huzuru tamamlayıcı bir
zenginlikti. Genç bir kız ve bir delikanlı birlikte ağacın bir dalına kırmızı
bir mendil bağlıyorlardı. Fotoğraf makinesi boynunda, çocuk kadar keyifli olan
bu adamı gördüklerinde gülüştüler. Onlara yaklaştı ve,
-Umarım dilekleriniz
gerçekleşir.
-Teşekkür ederiz, dedi genç
kız, sonra delikanlı söze devam etti,
-Bu ağaç sıradan bir dilek
ağacı değildir. Bu ağacın hikâyesi vardır. Biz doğru insanı bulmuş olmak için
ya da sevmek için çaput bağlarız bu ağaca.
-Nedir hikâyesi bu ağacın?
-Bakın, şuradaki evi gördünüz
mü? Orada Yasemin Nine var, hatta şu an evinin önünde oturuyor, ona sorun zira
buralar en iyi ondan sorulur.
-Teşekkür ederim. Dedi ve
öncelikle bu güzel öğleden sonra ışığı altında ağacın ve bölgenin resimlerini
çekmeye başladı. Delikanlı ve kız oradan konuşa konuşa ayrılmışlar ve yokuştan aşağıya
yönelmişlerdi.
Ağaca yaklaştı, çaputlar rengârenk,
kimisi belli ki çok eski, kimisi yeni. Tüm dilek ağaçları gibi nice insanların
dilekleri vardı üzerinde. Bölge tertemizdi, yalnız yeşilin tonları ve
çiçeklerin büyülü renkleri vardı çevresinde. Ufuklara kadar huzur hâkimdi.
Çevrede bir çok ağaç vardı ve rüzgâr zaman zaman onların dallarını sallıyor ve
sanki onlara selam verdiriyordu. Gözü Yasemin Nine’ye ilişti ki o da ona
bakıyordu uzaktan. Hani bakmasaydı şu doğaya saygıyla, hürmetle eğilip bir
selam vermek istiyordu, bir de alkışlamak istiyordu. Yavaş yavaş Yasemin
Nine’ye doğru ilerlemeye başladı. Bahçe çitinin dibine kadar sokulduktan sonra,
-Hayırlı günler, Yasemin Nine.
-Hayırlı günler evladım.
-Nasılsın? Yasemin Nine, adını
biraz önce ağacın yanındaki gençlerden öğrendim.
-Gördüm onları, anaları,
babaları bir görse kızacak onlara.
-Niye?
-Dünkü çocuk onlar, şimdi âşık
mı olmuşlar? Bak sen onlara. Diye gülümsedi.
Yasemin Nine’ye kendisini
tanıtması lazımdı;
-Yasemin Nine, kendimi
tanıtayım. Ben bir yazarım. Bu ağacı duydum, görmeye geldim ama sıradan bir
dilek ağacı değilmiş bu. Sırları varmış dediler, öğrenmeye geldim.
-Kader Ağacı, evladım o. Olmaz
mı onun sırları. Sen önce bahçeye gir, ben sana ayran getireyim. Sonra
anlatırım ben sana.
-Zahmet olacak, Nineciğim.
-Olmaz, sevaptır misafire
ikram. Sen azıcık bekle bakalım.
O pamuk yanaklarından öpesi
gelmişti Yasemin Nine’nin. Bahçeye girdi ve Nine’nin oturduğu sedirin bir ucuna
yerleşti. Bahçede ki çiçekler, bu insanların sevgi dolu olduklarını hissettiriyordu. Birazdan iki bardak
ayran ile geri geldi Yasemin Nine.
-Teşekkür ederim Nineciğim.
-Afiyet olsun evladım. Buranın
sütü, ayranı da güzeldir.
Sonra bakışlarını ağaca
çevirerek devam etti,
-Bu ağaç Kader Ağacı’dır
evladım.
-Neden öyle denmiş?
Yasemin Nine eliyle biraz
ilerideki tepeyi göstererek,
-Bak evladım şu tepe var ya,
hemen onun biraz aşağısında böyle bir ağaç daha vardı. Tabi o zamanlar bunlar
normal ağaç, böyle bir şey yok. Ne çaput bağlamak, ne böyle adı, falan yok.
Tepenin oradaki o ağaç, tabi şimdi o da yok orada.
-Ne oldu o ağaca?
-O ağaca yıldırım düştü evladım.
Ağaç olmuş parça parça, bir de yanmış, kararmış. Sonra sökelim onu dediler.
Koca ağaçtı. Kesmeye, köklerini sökmeye çalışırken bir kökünün aynı bir halat
gibi toprağın üstüne yakın ve uzaklara kadar uzadığını, yürüdüğünü fark ettiler. O zaman
bir muhtar amcamız vardı, başladı o kökü halat gibi çekerek takip etmeye.
Toprağın üstüne yakın olduğu için, muhtar çektikçe gemi halatı gibi ortaya
çıkıveriyordu. Muhtar gitgide buraya, bu
ağaca doğru gelmeye başladı. Sonra daha da şaşırdık. Kökün ucuna geldiğinde bir
başka köke sarılmış olduğunu gördük. Birbirini tutan iki el gibiydi kökler. Sonra
o diğer kökü takip etmeye başladık ki o kökte meğer bu ağacın, Kader Ağacı’nın,
oralara kadar uzanmış bir köküymüş.
-Gerçekten çok ilginç dedi. Ve
pür dikkat Yasemin Nine’yi dinlemeye devam etti. Yasemin Nine ayranından biraz
içtikten sonra,
-Çok ilginç ama asıl
sonrasında bak neler oldu? Birkaç gün sonra komşumun kızı vardı Leyla, bağıra
çağıra yanımıza geldi. Ben de annesiyle konuşuyordum. Leyla, bir heyecanlı, bir
telaşlı, dedi ki : “Anne! Yasemin Teyze! Ağaçtan su damlacıkları çıkıyor,
yerlere damlıyor.” Annesi, “O yağmurdan kalmıştır kızım” dedi. Leyla’da “Niye o zaman öbür ağaçlarda yok,
niye?” Deyince, biz de ağacın yanına gittik.
-Kızın dediği doğru muymuş
Yasemin Nine?
-Evet ya evladım. Ağacın
yanına vardık ki dallarının bazı yerlerinden damlacıklar çıkıyor. Ah evladım
meğer ağaç ağlıyormuş.
-Nasıl olur?
-Hani o yıldırım düşüp ölen
ağaç var ya, ikisinin kökleri el ele tutunmuş gibiydi. Bu yüzden ağlıyordu. Bak
Allah’ın işine meğer sevgiliymiş o canlar be yavrum. Biz buna yorduk.
-Peki ağaç, nasıl dilek ağacı
ya da nasıl Kader Ağacı oldu?
-Annem görünce bu duruma çok
üzüldü. “Ağlıyor bu ağaç, yaraları var bunun” deyip, evden sargı gibi kullanmak
üzere kumaş, basma, bez, temiz ne varsa alıp getirdi ve damlayan yerlerine sardı.
Sonra komşularda ağlayan yerini gördüler mi sarıveriyorlardı orayı.
-Halen oluyor mu bu?
-Oluyor evladım, ben hesabını
yaptım. O diğer ağaca yıldırım düştüğünde Eylül Ayı idi. Aynı dönemler her sene
ağlıyor bu ağaç.
Yazar, çok etkilenmişti. Bir ağaç
sevebilir miydi? Sevilebilir miydi? Sevdiğine yanıp ağlayabilir miydi?
İspatları da vardı, el ele tutuşan insanlar gibi birbirlerine tutunmuş olan metrelerce
ilerlemiş kökleri bunu doğrular gibiydi. Yasemin Nine devam etti,
-Kader Ağacı ya, adına
gelince; bir zaman geçti ki hepimiz fark ettik,
o ağacın yarasını saran evlenmemiş ya da henüz sevmemiş kim varsa çok
mutlu bir evlilik yaptı. Bildiklerimizin hepsi, ya çok uzaklardan ya da hiç
bilmediği yerlerden eşini buldu.
-Ne demek bu? Anlayamadım...
-Bak evladım, her insan
yaratılırken, bu Dünya’da mutlaka
diğer yarısı olacak eşi de yaratılırmış. Mutluluk ancak eşini bulan insan için
mümkündür. Bulamayan ya ağlar ya da mutsuzdur. Mutluyum diyen de mutsuzdur,
yalan söyler. Bu ağacın yarasını kim sardıysa nerede olursa olsun, o diğer
eşini buldu. Kaderini aslına uydurdu. Bu ağaca bu yüzden Kader Ağacı dedik. Bu
ağacın sevgisi ve kara sevdasıdır işte bu toprakları bereketli kılan. İnsan bir
ömürdür, severse yücelir, bir de sevilirse tahtına oturur, son durağa
geldiğinde de bahtına güler.
“İşte böyle evladım, bu ağaç
Kader Ağacı’dır. “
Son sözü Yasemin Nine böylece
söylemiş oldu.
Tecrübeli yazar, öğrendiklerini yüreğine
yazarken Dünya bir defa daha yeniden yaratılmış, o da bir defa daha yeniden
doğmuştu. Bu sefer öğrendiklerini yüreğine yazmıştı. Fotoğrafları ve buraları
sayfalarda anlatacaktı ama bu hikayeyi alenen nasıl anlatabilirdi ki? Bu hikâyeye
ulaşmak için insanların keşfetmesi lazımdı ve vermedi bu sırrı kimseye. Keşfetmeye
değer izleri yazdı ve sundu sadece.
Hani demiştim ya şu mavi gezegeni kanla
kırmızıya, saplantı sanayilerle griye, acılarla karaya boyamaya çalışıyor
insanoğlu diye. İnsanoğlu yalnızca bunu yapmıyordu. Kendisine sunulmuş olan bu şahane Dünya’yı
görmüyor, dinlemiyor ve hissetmiyordu. Bu Dünya’ya ait olan aşkı aramıyor,
sormuyor, erimiyordu kara sevdaların ateşinde…
Bir ağacın kara sevdasına duyulacak şüphe, Dünya’yı tek atışta yok edebilecek bir silahın varlığı için asla söz konusu olmayacaktı, yazar bunu çok iyi kavramıştı.
Unutmadan söyleyeyim, oradan ayrılmadan
önce, o da bembeyaz bir mendili sardı, Kader Ağacı’nın ağlayan bir dalına.
Güneş batarken geç olan zamanı kendi ömrüne benzetti ve yola çıktı yine toz
kaldırmadan, çiçekleri korkutmadan.