Güneş ne renk? Ağaçlar,
yapraklar? Gökyüzü? Ya çiçekler?
Doğuştan görmeyen bir insanın
çocukluğunda sorduğu; daha bir çok şey için aslında herşey için sorduğu
sorulardı bunlar. -Ne renk veya -rengi nedir? O usanmadan sorar, ailesi de bir
an usanmadan yanıt verir. Konuşuldukça hayat bulurdu sanki renkler. Onun
gözlerindeki, diğerlerinin de yüreğindeki karanlıkta. Sonsuz keder, çaresizlik
ve karanlık. Dipsiz kuyularda. Rengin ne demek olduğunu rüyalarında mı çözmeye
çalışıyordu? Yoksa genleri mi DNA’sı mı fısıldıyordu zihnine? Ya da bizim gibi
değil miydi onun için renkler? Bu sefer bizim kör olduğumuz bir noktada başka
bir kavram mı ortaya çıkıyordu?
Ama ya gören için…
Ne kadar sıradan sahip olana,
ne kadar basit. Ne kadar da ucuz veya ne kadar güzel. Ne kadar…?
Bilmediği için sorar bir
rengin tonunu bazen gören gözlerin sahibi bir insan. Veya bir muhteşem tabloya
bakarken renklerin armonisiyle etkilenirken izleyici, içeceği su gibi, bir
çiçek kokusu gibi, zarif kadifeye dokunmak veya yüzüne çarpan ılık bir rüzgar
gibi özümser. Görmeyen gözlerin arkasında ise neye açlığın olduğu o kadar net
değildir. Görmeyen için bu Dünya’dan bir bağlantısının kopuk olduğunu
varsayarız. Ama ya ruhu için ya da o derinlerde
o kişinin kendi öz ve izole benliği için; aynı varsayım ne kadar zalimce
olur değil mi?
Beş duyu için de çok güzel bir
gündü…
O gün sınıftan içeri
girdiğinde, arkadaşı nazikçe eski okul sırasının eski sandalyesine oturmasına
yardım etti. Fısıltıyla konuşuyorlardı. Arkadaşına seslendi çok kısık sesle,
-Sınıf büyük mü? Kaç kişi var?
-Büyük sayılır. On beş pardon
on altı kişi var.
-Hepsi bana bakıyor değil mi?
Sonra sesini yükselterek, “Arkadaşlar merhaba” diye seslendi. Aşağı yukarı
herkes merhaba diye cevapladı.
Sonra tekrar kısık sesle,
-Boyalarımı masaya dizer misin
sırayla. Beyaz en sağda, sonra sarı, turuncu, kırmızı, yeşil, mavi, lacivert,
kahve rengi ve siyah. Sırası aynen böyle olsun ki karıştırmayayım. Fırçalarımı
sağ tarafıma alayım. Tamam…
-Evet dediğin gibi dizdim.
-Tamam, kağıt veya tuval;
hangisi gerekirse ben çıkarırım çantamdan.
-Çok heyecanlı mısın?
-Hem de nasıl… Çok sağol bana
eşlik ettin. Sen gidebilirsin, işe de geç kaldın.
-Olsun yetişirim. Haberleşelim,
çıkışta beraber döneriz yine. Peki; sana iyi dersler. Hoşça kal.
-Güle güle…
Herkes ona bakıyordu. Siyah
gözlüğü, yüzünde hafif bir tebessümü; seslere pür dikkat haliyle bekliyordu. Elleriyle
boya kutularını kontrol etti. Biraz sağa biraz sola çevirdiği her kutunun
rengini de kısık sesle söylüyordu. Birkaç kalem de bıraktı sıranın üzerine.
Özellikle bir tanesini yoklayarak aradı ve bulup tam önüne bıraktı. Sol eliyle
çantasında ki kağıtlara, tuvale dokunuyor ve hazır olduğundan emin olmak
istiyordu.
Sınıfın kapısı açıldı ve güçlü
bir “Merhaba Arkadaşlar” sesi duyuldu. Belli ki kursun öğretmeni; sınıf
tahtasının önüne kadar geldi ve devam etti,
-Hoş geldiniz. Bu dönem resim
kursumuzda beraberiz. Birazdan tanışacağız. Güzel ve başarılı işler
yapacağımızı umut ediyorum. Bu başarımızı muhakkak sergilerde alacağımız
beğenilerle de süsleyeceğimize inanıyorum. Kaç kişiyiz? Sayalım bir, iki… dokuz,
on, pardon siz!
Siyah gözlükleri fark etmişti.
-Pardon siyah gözlüğünüz var.
Siz görmüyor musunuz?
-Merhaba, maalesef görmüyorum.
Ama hayalimdi geldim. Çok istedim böyle bir kursta olmayı.
-Sizi anlıyorum ama aramızda derin
bir fark var. Üzgünüm.
-Ama, ama ben çok isteyerek
geldim. Nedir bu derin fark?
-Yapmayın! Aramızdaki fark;
ben görüyorum, sen görmüyorsun. Bu görsel bir faaliyet maalesef.
-Denesem olmaz mı? Bu sınıfta
olmak çok güzel. Bakın buraya kadar geldim. Hazırım.
-Üzgünüm. En baştan kaydınız
alınmamalıydı. Daha özel, engelli kursları bakmalısın.
Her şey çok hızlı ve hiç
düşünmediği bir duruma gelmişti. Emin ve hazır halinden, bazen tökezleyip de
düşmek üzereyken refleksle yaşadığı telaş ve korku anlarına dönüşmüştü
duyguları.
Ayağa kalktı,
-Anlıyorum ve sormak
istiyorum. Sözümü kesmeyin ve sonunda da bana yanıt verin lütfen.
-Tabi…
Elleri titremeye başlamıştı. Sımsıkı
tuttuğu kalemi bıraktı ve ellerini sıraya koydu,
-Lütfen söyler misin? Sen gökkuşağının
altından geçebilir misin? Gökkuşağının yere uzanan bir ucundan diğer ucuna
kadar koşabilir misin? Ya deniz de varsa arada, yüzebilir misin? Tüm bunları
deneyebilir misin? Olmadı hayal edebilir misin? İpsiz bir uçurtmaya dönüşsen,
özgür bir uçan balona, bir kırlangıç olsan veya rüzgârın ta kendisi. Yine de
denemez miydin?
Renklerini sayalım gökkuşağın.
Ne fark eder adı şu veya bu, hepsi harika renklermiş, böyle diyorlar, sence değil
mi?
Geceleri olmaz, gözükmezmiş
gökkuşağı. Güneş başka yerlerden bakarmış dünyaya. Sen oraları gördün mü?
Burada sen uyurken oralarda
insanlar koşarlar, onlar uyurken de sen koşmayı denedin mi? Öyle değil, onların
uyuduğunu bilerek denedin mi? Sonra onların güneş tepelerindeyken şarkılar
söylediklerini düşünerek, ayın ışığı altında uyumayı denedin mi? Uyudun mu rüyalarında
onları görerek. Şarkılarını duyarak. Söylediğin şarkıların mırıltılarını,
fısıltılarını onlara duyurarak.
Geceleri zifiri karanlık
olmasın diye, sen tüm yıldızları bir arada görmeyi denedin mi? Bir dağın
tepesinde avize taşları gibi parlıyordu derler, tek tek saydın mı? En parlak
hangisi aradın mı? Sayıları çok mu? Hayal ettin mi? Sayarken değil, onlara
doğru yükselirken kendini. Karar veremezsin hangisine doğru yükselsem ama
Dünya’dan da çok uzaklaşma olur mu? Yoksa sen bunu da mı hayal etmedin? Hayal
etmeyi de mi denemedin?
Küçük bir sandal ile en büyük
okyanuslardan geçmek ne muhteşem. Martılar seni takip eder. Seninle birlikte
diğer kıtaya geçerler. Ve haber verirler çığlıklarıyla senin vardığını
bildirirler; seni beklemeyenlere. Merhaba dersin her dilde ve herkes gülümser
sana. Gülümsemenin dili olmaz, Dünya’da gülümsemen yeterli. Diğer kıtadan
topladığın çiçekleri bu kıtada seni beklemeyenlere dağıtırsın. Kokularıyla mest
olurlar çiçeklerin, renkleriyle de büyülenirler. Onlar yine sana gülümserler.
Yoksa sen bunu da mı
denemedin; olmadı hayal etmedin?
Sen doğmadan, Dünya’ya
gelmeden önce gördün mü Dünya’nın renklerini, ışıklarını? Nefes aldın mı?
Tanımaya fırsat buldun mu müstakbel aileni? Onların kokusunu aradın mı? Kendini
ararken düşledin mi doğmadığın zamanlarda? Hepsini geçtim; sen Dünya ile
konuştun mu hiç? Gülümsedin mi ona? Ay’a yüreğini açtın mı? Ona dokundun mu?
Sana seslenirken kulak verdin mi?
Tüm bunları sayarken bana
nasıl dehşet gözlerle baktığınızı hissedebiliyorum.
Peki, hiç dünyanın en büyük
kütüphanelerinden birine, hatta İskenderiye’ye gittin mi? Yanmış diyorlar.
İnanma, hayal et o orada halen. Parşömenler, papiruslar ve tomarlar. Dün Dünya’da
son basılan kitapları teslim ettiler kütüphaneciler, binlerce yıldır her gün
yaptıkları gibi… Gemilerle gelenlerden yine eşi olmayan kitapları topluyorlar,
elle kopyasını alıp sonra da aslını sahibine teslim ediyorlar. Bir gün bile
durmuyorlar. Ben de orada ki tüm kitapları sırasıyla okuyorum. Okumayı
deniyorum. Tabi ki hayal de ediyorum. Sen hiç böyle hayal ettin mi?
Sonuna kadar beni dinlediniz
teşekkür ederim. Nihayetinde bu dediklerimi hiç yaptın mı veya denedin mi?
Resim öğretmeni şaşkınlıkla
ama sabırla dinlemişti. Yanıt verdi,
-Yok! Yapmadım. Denemedim.
Hayal de etmedim.
Siyah gözlüklerini düzeltip, derin
bir nefes ve belli belirsiz bir tebessümle sözü noktaladı…
-Evet görmüyorum ama bu
durumda aramızda ne fark var ki?
Ardından sıraya oturdu.
Çantasını açtı. Tüm malzemeleri çantasına yerleştirmeye başladı. O sırada
beraber geldikleri arkadaşı da içeriye girdi. Yanına geldi, eline dokunup buradayım dedi.
-Sen gitmedin mi?
-Her ihtimale karşı kapıda
bekledim.
Malzemeleri çantasına
yerleştirmesine yardım etti. Öğretmen ve bütün sınıf onlara bakıyordu. Çıt
çıkmıyordu sesi soluğu kesilen sınıfta. Çantasının fermuarını kapattı. Yine
geldiği gibi arkadaşının koluna girerek kapıya doğru ilerlediler. Sesi soluğu
olmayan sınıf sadece baktı arkalarından.
Kapıdan çıktılar ve arkadaşı
kapıyı aralık bıraktı.
-Kapıyı kapatmadın
-Her ihtimale karşı
Birkaç adım sonra kapı da arkalarından
kapandı. Kapanan kapının sesi bir yankı bıraktı koridorda. Boş koridordan adım
adım ilerleyip sessizce binayı terk ettiler.
Binanın kapısından
çıktıklarında, derin bir nefes aldı,
-Güneş ne tarafta? Üşüdüm.
Yüzümü güneşe vermek istiyorum.
Arkadaşı omuzlarından tutarak nazikçe
güneşe doğru döndürdü. Elinden çantasını aldı.
Şimdi yüzünü güneşe doğru
vermiş, sessiz duruyordu. Gözlüğünü çıkardı.
-Ne kadar iyi geldi… Güneş
sıcak bir o kadar da adil, kimseden esirgemiyor sıcağını.
-Nasıl hayal ediyorsun
Güneş’i?
-Herkes gibi bilineni de
biliyorum ama hayallerimde her sabah binlerce yıldız bir araya geliyor. El
birliği ile sımsıkı sarılıp Güneş oluyorlar. Akşam yaklaştığında da ayrılıp, insanlar
huzurla uyusun diye semada yıldızlı geceyi oluşturuyorlar.
-Ne kadar güzel hayallerin;
yine de hayallerinle resim yapmayı denemekten vaz geçme…
-Elbette vazgeçmeyeceğim.
-Çok sevindim.
-Biliyor musun? Ne çok
sorardım çocukken;
“Güneş ne renk? Ağaçlar,
yapraklar? Gökyüzü? Ya çiçekler?”
-Şimdi onlar benim hayallerimde
benim düşüncelerimde… Elbette vazgeçmeyeceğim.
Ertan Kargıtuğ 1 Ekim 2021
Renkler ve Işıklar 3