Dedeme
Söz Verdim
İstanbul, büyük metropol.
Çok büyük. Aslında büyük değil de, çok kalabalık…
Her sabah böyle söylerim
kendi kendime. Tramvay ile giderken oldukça zamanım oluyor düşünmek için.
Anıları hatırlamak için ya da yeniden yaşamak için. Bir de mevsim kışsa,
buralarda pek olmuyor ama hele birde beyaz beyaz karlar düşüyorsa, birazcık da
olsa örtebiliyorsa griliği, camdan baktığımda biraz olsun farklı
gösterebiliyorsa bu şehri, işte o zaman az çok kendimi doğduğum yerlerde hayal
ederim. Bugün İstanbul benim için ilk kez böylesine karlıydı ve doğduğum yere
dönüşmüştü. Bugün özel bir gündü ve yağan kar bu durumu pekiştiriyor, beni daha
da duygusallaştırıyordu.
Üzerinden çok geçti ama dün
gibi diyemeyeceğim, dün değil sanki birkaç dakika öncesi gibi. Aklım bir su
olsa hiç batmayan, hep yüzen bir şamandıra gibi hep aklımda anılarım.
Unutmam, unutamam…
Bir gün o anılar ile yarınım
kesişecekti biliyordum ve bekliyordum…
Bugün o gündü.
Bu sabah yine oldukça
soğuktu, evimden çıkıp karlı, puslu ve yarı dumanlı gökyüzüne baktım kaldırıp
başımı. Yüzüme birkaç kar tanesi çarptı; gözlerimi kapadım ve havayı içime
çektim, sonra doğru tramvaya… Saat oldukça erken, pencereden bakıyorum; evler, çatılar,
yollar, her yer bembeyaz olmuş. Bembeyaz, canım Dedemin sakalı gibi…
Otuz yıl geçti o günlerin
üzerinden.
Küçük ve çelimsiz bir
çocuktum. Bir teneke sobanın dibinde oturuyordum. Küçücük evimiz, baraka
diyorlardı ama evimizdi orası bizim. Dedem ve benim, evimiz. Yanan odunun
kokusunu halen alabiliyorum. Hatırlıyorum, zor kapanıp zor açılan kapısı açıldı
ve Dedem girdi içeriye. Sanki rüzgâr ve karlar onu kovalıyordu. Kar taneleri
sobanın üzerine kadar düştü. Dedem gelmişti, Dedeciğim; hem annem hem babamdı o
benim. Yalnız ikimiz vardık bu küçücük evimizde ve koskocaman Dünya’da.
Yanıma oturdu, ellerini
uzattı sobaya,
-Ne soğuk yine, ısındın mı
sen? Aslan parçası.
Başımı salladım gülümseyerek
ve başımı koluna yasladım. Huzur sıcaktan daha rahatlatıcı bir şeydi. Dedem
cebinden iki tane kestane çıkardı ve diğer cebinden çıkardığı çakısıyla kesip
sobanın üzerine bıraktı.
-Bak bunları sana getirdim,
hava durulsun pazaryeri kurulsun alıveririz yarım okka. Mübarek ne güzel koktu…
-İki tane kestane var Dedem,
biri sana biri bana.
-Olmaz, ikisi de sana Aslan
parçası, ben yesem ne olur, yemesem ama sen yersen bu kestaneler bir gün büyük
adam olur gayrı.
Dedem kestaneler bir yana,
üç aylığı olan üç kuruşun bile tamamını bana tüketirdi. O yaşlı haliyle canını
koydu ve ne yaptı etti beni okuttu. Ben bir çınarın gölgesinde büyüdüm. Dedem
benim için Ay’a kadar yükselmiş bir çınardı. Üşürdüm ama yüreğim hep sıcaktı.
Korkardım bazen yalnız kalınca ve dedemin anlattığı hikayeleri hatırlayarak
geçirirdim zamanı, tüm korkularımı boğarak.
Bir akşam televizyonsuz, radyosuz,
sessiz evimizde yine anlatmaya başladı; gözlerimi kapattım ve onu dinledim. Çok
eskiden bir çocuk varmış dedi ve devam etti :
-Öyle bir dönem ki yokluk
diz boyu, savaşlar olmuş, ölmüş hep büyükler ve eli ekmek tutanlar. Düzenler
bozulmuş, tarlalar kurumuş, ocaklar sönmüş. Bir somun ekmek rüya olmuş. Bu
çocuk böyle bir zamanda çocuk olmuş ne yazık ki. Bir anası üç de kardeşi
varmış. Kardeşlerinin de hepsi kendisi gibi okul çağında ama okul yok. Okul
olsa ne yazar öğretmen yok, kitap yok, defter yok. Bu çocuk var ya kapı kapı
gezmiş, okuma yazma bilen birini aramış durmuş. Her gün sormuş, bulamıyormuş
ama ümidini kaybetmemiş. Bir gün çok harap bir barakanın kapısına gelmiş.
Çalsam mı kapıyı diye düşünmüş, ev o kadar harap ve çaresiz gözüküyormuş ki
onun için en umutsuz çalınacak kapı buymuş. Bismillah deyip çalmış kapıyı.
Biraz sonra çok ihtiyar bir adam açmış kırık, dökük kapıyı, buyur evladım
demiş. Bizim çocuk utana sıkıla kendini tanıtmış. “Ben yukarı köydenim, babam
savaşta şehit düştü, annem, kardeşlerim…” derken ihtiyar adam, evladım evimi
görmüyor musun ki benden medet umuyorsun deyince “Hayır” demiş bizim çocuk ve
sormuş :
- Dedeciğim sen okuma yazma
bilir misin?
İhtiyar şaşırmış,
-Bilirim elbet de niye
sordun, mektup mu var okunacak?
Bizim çocuğun gözleri
parlamış, sevinçle, heyecanla, sesi titremiş,
-Hayır dede, Allah rızası
için bana okuma, yazma öğretir misin? Her gün gelsem bir saat bana öğretir
misin? Sana odun keserim, su taşırım, yardımcı olurum karşılığında.
İhtiyar kabul etmiş, derken
her gün bir iki saat çalışmaya başlamışlar. Bazen bulabildikleri kağıt
parçalarında, bazen toprağa bir dalla çizerek. Bizim çocuk biraz öğrenince ne
yapmış biliyor musun? Başlamış öğrendiklerini kardeşlerine de aktarmaya ve
öğrenmişler biliyor musun hepsi birden. Anaları bile şaşırmış kalmış. Sonra
yıllar geçmiş, her biri önemli bir insan oluvermiş. Ülke de böyle insanlar
sayesinde ferah günlerine dönüvermiş ya.
Dedem bu hikayeyi
anlattıktan sonra uzun bir zaman başını salladı ve,
-Cevherler yoklukta çıkar
ortaya be evlat, dedi ve saçımı okşadı, sırtımı sıvazladı.
Dedeciğim benim, keşke halen
yanımda olsan diye iç çektim. Tramvayın penceresinden baka kalmış, geçmişe
dalmış durumumdan bir sonraki durakta inecek olan hayatıma dönmüştüm.
Tramvaydan indim ve biraz yürüdükten sonra Dedeme verdiğim sözü tamamlayacağım
yere gelmiştim. Büyük binaya büyük kapısından girdim ve biraz bekledikten sonra
bir süredir beklediğim belgemi teslim aldım, çıktım.
Aldığım belge tayin
belgesiydi ve çok uzakta bir köy okuluna öğretmen olarak gidiyordum. Evet, çok
ama çok uzakta bir köy okulu, dağların, karların ardında.
Yüreğim yine sıcaktı. Yıllar
önce Dedemin istediği sözü hatırladım;
-Canım evladım, mutlaka
öğretmen ol ve bilgiyi, doğruyu, okumayı öğret uzaklardaki çaresiz okullarda
çaresiz çocuklara, onlara umut ver, oldu mu? Söz ver bana.
O zamanlar hemen yemin
etmiştim Dedeme, valla billa olacağım Dedem , demiştim.
Bugün o gündü.
-Oldu Dedeciğim, diye
geçirdim içimden büyük bir huzurla.
Sanki, yeniden, o küçücük evimizde, o teneke sobanın yanında
başımı yine dedemin koluna yaslamış gibi huzurluydum. Kocaman bir hasretin,
kocaman bir çınarın gölgesinde vermiş olduğum sözü tutmuş olmanın mutluluğunu
yine o koca çınara, rahmetli Dedeme yad ediyordum. Sıcacık bir yürek ve derin
bir huzurla.
Ertan Kargıtuğ IV.2015