Bilmem bu cümleleri kaçıncı kez silip tekrar yazışım. Hani bazen olur ya kelimeleri beğenmezsin, o noktanın yanına gelen cümleden nefret edersin, yakıştıramazsın, uyuşmaz işte oraya, işte şu anki durumum bundan ibaret. Senin cümlelerinden sonra ne o noktanın yanına bir kelime yakışıyor ne de virgülden sonra başka sıralı bir cümle kullanabiliyorum. Hani lügatteki envai çeşit kelimeler sıralansa da önüme yazamayacağım gibi hissediyorum.
Son senenin verdiği o vehim, saçma sapan “kazanamayacaksın” hissi,
umutsuzluk ve tüm bunlar yetmezmiş gibi yayınevi değişikliği… Benim için
yıpratıcı bir süreç oldu ve belli ki daha çok yıpranacağım gibi.
Bazen
öylesine bıktığım vakitler, hayattan sıkıldığım zamanlar, “istesen de hiçbir
şey yolunda gitmeyecek, uğraşma” dediğim vakitler oluyor ki, işte o an gökten
bir zembellahın gelip beni alıp götürmesini istiyorum. Ölmek istiyorum o an.
Göçüp gitmek buradan… Hayır, istediğim bir sahil kıyısında tahtalardan yapılmış
bir ev değil yahut envai çeşit kitapların bulunduğu bir kütüphane hiç değil.
Ardıma bile bakmadan çekip gitmek istiyorum. Sonra, “Ne oluyor?” diyorum kendi
kendime. “Ne diyorsun sen? Arkanda bekleyenin, ailen, senden umudu olanlar var.
Bir beklentileri var senden.”
Beklentiler…
Her zaman var olmuş saçma sapan duygu yığınından başka bir şey değil aslında.
İnanır mısın, bugüne kadar kendimden zerre beklentim olmadı. Yahut planlı bir
şekilde önüme koyduğum hedefi gerçekleştirmek için çalışmadım. Gerek duymadım
çünkü. Biliyorum, ne kadar beklentiler içerisinde bocalarsam o kadar dibe
çökecektim şu dünya bataklığında. Ve ben dibe çöktükçe “mutlu” olan sıfatımın
altında büyük bir hüzün dalgalanacaktı. Büyük bir hüzün…
Hani
bir nehrin üzerine dal parçası düşer ya. Ve o dalın üzerine bir karınca yer
edinir. Salınır durur nehrin dalgasında. Bir oyana bir buyana gider. Yalpalanır
da, nehrin suyunda ıslanır. Bazen “atlayayım da kurtulayım şuradan” der
karınca. “Bitsin artık şu ıstırap. Yoruldum; hatta bıktım.” İşte Selen, bende o
karınca misaliyim. Bir nehrin ortasında, bir dalın üzerinde, yalpalayan ama
yıkılmayan, üzülen ama yılmayan, yalnız ama Yek olana inanan… Ve hep bir
eşikteyim. Düşmek yahut düşmemek… İki mefhum arasında sıkışmış kalmış;
düşmemeye yeminli. Ama düşerse tutacak kimsesi olmayan…
Bilmiyorum,
çok mu depresif yazmışım. Yahut saçmalıyor muyum? Ama ben bir yazarım. İşim
kelimelerle oynamak, lügatten seçtiklerime depresifliğimi katmak. Kısacası
duygularımı yazmak…
Efsaneleri,
mitolojileri bilmem. Fazla okumadım. Nasıl yazıyorsun diyeceksin. Cevaplamam
gerekirse: bilmiyorum.
Bildiğim
tek şey “aşk”. Bildiğim tek şey “aşık olmak”. Bildiğim tek şey “aşkta var
olmak”. Mektubunda da demişin ya, bazen tanrılar gibi sevmek gerek, için kan
ağlasa da, yüreğin yansa yıkılsa, kavrulsa da, sevdiğini orada bir köşede
bırakmalısın. Evet, halimi en iyi anlatan cümle bu… Kalbimin ortasında sızlayan
o yaraya merhem işte bu. Ve bunu söyleyen kitapları çok satan, gazetelere boy
boy fotoğraf veren, röportajlar yapan bir yazar değil. Sadece tek hayalinin yazmak olduğunu söyleyen sensin.
Yaz. Durma. Etrafını, eşrafını, aileni, okuduğun kitapları bırak ve yaz. Eline al bir kalem ve çiz boş sayfaların üzerini. Hesapsızca ve fütursuzca karala. Bir hikâyenin, bir kahramanının olmasına gerek yok. Kahramanı sensin yazdıklarının ve elinden çıkan kelimeler senin. Sensin yazan, sensin okuyan ve yazdıkların senin. Ve unutma, senin yazdıklarını okumaya ihtiyacı olan binlerce insan var. Belki de senle aynı kaderi paylaşan, aynı hayatı soluyan insanların sana ihtiyacı var.
Bana
eğer ki yapman gerekenleri soracaksan, sana söyleyeyim: Bir hikaye bul. Doğu’da
yahut hayatının en güzel yıllarını yaşadığın şehir de –Foça’da- geçen bir
hikâye. Karakterlerin olsun. Hüznü de mutluluğu da, sevinci de, acıyı da
yaşayan kahramanların. Ve yaz. Kendi kurduğun hikâyende kaybol kısacası. İşte o
zaman hayatın ne kadar ucuz, maddi sıkıntıların ne kadar basit, okuyamadığın
yahut alamadığın kitapların ne kadar yavan olduğunu anlayacaksın. Ha unutmadan,
gelecekte istediğin her şey önünde duran kağıt ve kalemde, istersen onları
yazarsın ve yazdıklarının içinde geleceğini önüne getirirsin.
Son
sözüm şu ki, hayat koca bir umman ve bizler yazdığımız sürece bu ummanda varız.
Yaşıyoruz. Yaşayacağız.
Ve her yazarın bir geceye ihtiyacı vardır. Güneşin doğuşuna. Yıldızların kayboluşunu seyretmeye. Bugün o günümdeyim. Gecemin gündüz olduğu o saatte.