Hiç konuşma, sus... Bugün ben anlatacağım. İçimden geçenleri, gönlümden
sızanları, beni yerden alıp göğe çarpanları söyleyeceğim. İsmin ne senin? Soruyorum
ama kibarlıktan, yanlış anlama. Söylemesen de olur. Hala emin değilim, bir isme
ihtiyacımız var mı sahiden? Hiç özel şeylere girmeden anlatacağım, üzgün
gergedan. Bu isim sana yakıştı. Üzgün gergedan. Üzgün sıfat tamlaması… Türkçede
böyle bir kaide var mı bilmem; ama olsa iyi olurmuş. En azından benim gibilerin
arkadaşını ifade etmesi için en iyi kelime bütünü olurdu. Bak baştan
söyleyeyim, tüm bunlar acıya dahil. Sonra kızma bana! Çünkü acı, sevdiğimiz
şeylerdeki bulduğumuz bizlerden başka bir şey değil. Felsefe sevmem aslında, feylesoflar
aşık olamazlar, bir keresinde öyle duydum.
Kusuruma bakma! Bari sen olsun
bakma, beni kusurlarımla sev olur mu? Sen olsun beni kusurlarımla sev, çünkü kusurlarla
örülmüş bir sevginin içinde el ele gezmek istiyorum. Nasıl bir şey daha önce
hiç denemedim. Sevginin kusurlarla bulandığını, aşka dönüşemediğini öğrettiler;
ama kusurun içinde sevgiyle dolaşmak nasıl bir şey hiç söylemediler. Sen söyle
olur mu? Eleştirilmek, sen şöylesin, sen böylesin cümleleriyle savaşmak
istemiyorum. Sadece gözlerimi kapattığımda kusurlarımızla sevişmek istiyorum. Kusuruma
bakma tekrar, beni böyle sev, sana demiş gibi oldum; ama ayıplı konuşmuyorum. Sanki
uzun uzun onun yüzüne bakmak ve onu sevmek, onu her gördüğünde kalbimin atlı
karıncaya binmiş çocuk gibi titremesi, her ciğerine dolan nefeste yüzümün evrim
geçirmemiş maymuna benzemesi sevişmeye dahil değil zannediyorlar. Halbuki onu
düşünmek bile her şeye dahil. Her şeye dahil olanın yine tek şey olduğunu, yani
o olduğunu anlatmaya bocalıyorsun, ama olmuyor be üzgün. Üzgün diyorum sana,
halbuki bir ismin var senin gergedan, ama sen kusuruma bakma!
Bak, gökyüzünde heyula bir dolunay var. Uzun zamandır orada, tepemizde
dikilip duruyor! Sanki annemin yeni yıkadığı mavi atlastan yorganın en
ortasındaki sökük düğme gibi duruyor. Sallanıyor da sallanıyor; ama biride
iğnesini alıp dikmiyor, yerini sabitlemiyor. Aslında bunu arkadaşlarıma da
sordum: sallanmıyor –dediler. Bilmiyorum, sevgimin karşılıksız olduğunu düşündüğümden
beri sallandığını düşünüyorum. Sence de sökük düğme gibi değil mi?
Ne garip! Dolunayın bu işte suçu günahı ne, kendi kendime üzülecek
bahaneler üretiyorum. Küfredecek yer arıyorum. Böyle oluyormuş meğerse. Bırakıp
gittiler miydi seni dımdızlak, önce ellerini kafanda birleştiriyorsun, sonra
göğe kaldırıyorsun gözlerini. Ne göreceksin başka, garibim dolunaya veriyor
veriştiriyorsun. Kendimi suçlamayacak kadar bencilim galiba; ama tüm insanlar
böyle değil mi be üzgün gergedan? Sen kendini suçlayabiliyor musun? Oysa benim
sevgimi benden başka kim bilebilir ki? İfade edemiyor olabilirim, haklısın; ama
kalbimi istedi de çıkarıp koymadım mı önüne. İstemedi ki. Hiçbir şey istemedi,
hep ben vereyim diye bekledi. Acımaz mı be gergedan, insan ortada hiçbir şey
yokken nasıl kalbini çıkarır ona uzatır. Cesaret işi tabii, haklısın; ama
sevgiye dahil mi cesarette? Sen yine de bencilliğimin kusuruna bakma! Bu bir
hastalık gibi, inan bana beni bırakıp giden geri döndüğünde sapasağlam
olacağım. Ya dönmezse mi? Sevgiye dahil değil ihtimaller. Sevgiye dahil olan yine
sevgili olsun. Ne kadar da boş konuşuyorum değil mi? Ama onun yokluğuyla
savaşmak ve onu düşünmek gökyüzüne çivi çakmak kadar zormuş. Göğe çivi çakmaya
çalışınca ne oluyor kısaca özet geçeyim: birileri çıkıyor, “olmaz bu iş,”
diyor. İnanıyorsun bir kere, kolay kolay vazgeçmek var mı? Yok. Devam ediyorsun
ha babam çekiç sallamaya. Tam “tuttu bu kez çivi,” diyorsun, hop şirazesinden
çıkıyor çekiç. “Ya beni unuttuysa,” veya “ya aklından bile geçmiyorsam,” derken
vuruyorum elime. Nasıl acıyor anlatamam. Kıvranıyorsun. Aklında ne çakamadığın çivi
kalıyor ne de tutturamadığın şiraze. İçin yanıyor, ciğerin parçalanıyor: sanki
göğe çaktığım çivi tutacakmış gibi bir de elimle birlikte kalbimi mosmor
ediyorum.
Bir şey içer misin, diye sormadım. Kusuruma bakma… şarap var, içer misin? Kullanmıyor
musun? En iyisi. Ben de bıraktım. Şu aralar süs olsun diye var şişesi. Hem şiirler
öyle bir övüyor ki bu mereti, hep aşka dahil zannediyorum. Değilmiş be
gergedan! Dudağının kadehteki izi kurumadan unuttu beni, inanır mısın? Durduramadım.
Hem ne yapabilirdim ki yüreği soğuyana? Kelimeleri kullandım. İhtişamlı cümlelerden
gerdanlık yaptım. Bakışlarım her şeyi anlatıyordu oysa, yetmez sanıp şiirler
söyledim ve yazdım. Anlamadı be üzgün. Sana da “üzgün” diyorum, umarım
bozulmuyorsundur. “Üzgün” olmak da sevdaya dahil hem!
Bazı zamanlar kendi kendime “beni unuttu,” diyorum; ama unutmamıştır belki.
Kim bilebilir ki bunu gergedan. İlla yazmaması ve konuşmaması ve benden bihaber
olması unutmasına mı delalet? Olur mu öyle şey! Bir insanı unutmak o kadar
kolay mı?! Değil. Bak, mesela, ben hatırlıyorum: çok güzel gözleri vardı. Cam
gibiydi. Ama hani böyle halis camlardan, kırılmayanlardan ama kıranlardan. Bakma
böyle dediğime, kırılmadım aslında ona, hep daha çok sevdim. Konuyu dağıtmayayım:
Ne diyordum? Hah, çok güzel gözleri vardı. Gerçekten aşık olunasıydı. Ona her
baktığımda bulutsuz gökyüzünün maviliğinde kanat çırpan, simide alışmış, etobur
martı gibi hissederdim. Öyle bir alışkanlık ve mutluluktu. Anlatabiliyor muyum?
Kalbim pır pır ederdi. Mideme kelebekler konardı. Ayaklarım titrer, gözlerim
uykudan aralanır, bedenim onun bedeninin yanında havayı solumak isterdi. Oldu mu
diye sorma hiç, bir kere aynı havayı soluduk. Ne geceydi ama, saçları ellerimde
gezindi, hemen önümüzde şu şişenin silueti vardı. ondan severim bu merete
bakmayı. Kalbinin çarpıntısını duyabiliyordum, vallahi hissettim, kalbimin
üstündeydi. Kusura bakma, sevgiye dahil tüm bu saydıklarım. Eğer dahil değil dersen,
sevgi kırılır, küsüp gider! Hıh, sanki çok yanımızda! Gerçi şimdilerde ne zaman
göğe kaldırsam bakışlarımı, dolunaya küfrediyorum. Yanlış anlama, varoluşuna
değil küfürlerim; onun o güzel gözlerini hatırlatıyor olmasına. Ama bilmeni
isterim, çok güzel gözleri vardı be üzgün gergedan. Çok ama çok güzeldi, aşık
olunası gözleri.
Sen hiç âşık oldun mu be gergedan? Olduysan anlatma, lütfen. Ben hiçbir
zaman bu yükün altından kalkamadım. Sana ayıp olmasın diye soruyorum. Yine kibarlığımdan
yani. Eğer olduysan ve bu yükün altından kalkabildiysen, bu sır sende kalsın. Öyle
olsun; çünkü aklıma onun gülüşü geliyor. Biliyor musun, her gülüşünde
papatyalar açar, kiraz ağaçları çiçeğe dururdu. Ben bir keresinde sırf o güldü
diye boğazın erguvana büründüğünü gördüm. İnanamayacaksın, ama gördüm. Gördüğüm
şeyi ispata ne lüzum var! Öyle ise öyledir. Aşk bu, ispatını kime nasıl
yapacaksın ki?
Şimdi, bir sezen aksu şarkısı çalıyor. Duyuyor musun? Sever misin minik
serçeyi? Bak onunda ismi bir serçe. Biz insanlar anlayamadık be gergedan. Bu işin
nasıl yürüyeceğini, gözlerimizle gördüğümüzü sözlerimizle nasıl tutacağımızı, aşık
olduğumuzu nasıl hayatımıza dahil edeceğimizi algılayamadık! Ama minik serçe
anlamış, bak dikkat kesil. Ne diyor, duyuyor musun? “Bilmiyorum nasıl geçer geri kalan / Aslında kâfi değil bana müthiş
hatıran.” Kafi değil be gergedan. Kafiymiş gibi hissetmek için neler feda
ederdim.
Sigara içiyor musun? En iyisini yapıyorsun, içmemekle. Hem sağlığa zararlı. Ama bu sevginin de sağlığa faydası olduğunu düşünmüyorum be üzgün gergedan. Birini durdurmak için kalbini feda etmek ve hep eksik yaşamak ne kadar sağlıklı allasen? Hükümetin de sigara gibi savaşması gerek bu meretle. Yak, yak! Benim için de çek bir duman. N’olacak, kimseye söylemem. Gergedan sigara içiyor dersem namussuzum bak. Hem niye söyleyeyim: “Kim bilir önümüzde kaç kiraz mevsimi var?”