Galatasaray lisesinde okuduğum 1956- 1957 yıllarıydı. Ortaköy`deki ilkokul kısmından buraya terfi edeli iki sene olmuştu. Ama bunca zaman geçmesine rağmen İstiklal caddesinin gürültülü canlılığına bir türlü alışamamıştım. Boğaz kıyısındaki, şimdi Galatasaray üniversitesi olan o zamanki ilkokulumuzun kendine has sessizliği ve nefis manzarasını unutabilmek mümkün müydü?
Beyoğlu. Her taraf bar pavyon ve eğlence yeri. Yanıp sönen neon lambalı reklam panoları birer davetiye gibi. Striptizler, vedet dansözler, Romen revüleri ve Rus balerinleri ile gün boyu süren bir uğultu. Bir okul için hiç de uygun olmayan bu semtte delikanlı yaşlarda olup cepte paranda yoksa işin bayağı zordu.
Okulun caddeye bakan dört beş adam boyu demir parmaklıklarını, o eğlence dünyasından bizleri ayıran hapishane duvarlarına benzetirdim. Gerekçesini tam bilemiyorum ama okul müdürlüğünce talebenin o parmaklıklara yaklaşması yasaklanmıştı. Boş saatlerde bahçedeki banklara oturur, uzaktan melül melül dışarıdaki curcunayı seyrederdik. Hele akşamüzeri, gündüzcülerde gittikten sonra, yatılılar için yalnızlık duygusu bir kâbus gibi üzeremize çöker asıl azap saatleri o zaman başlardı.
İstanbul`un kalbi sayılabilecek bu caddede insan yapısı üçe bölünebilirdi. Yalnız gündüzleri ortaya çıkan sinema ve alışveriş tutkunu birinci gurup. Havanın kararması ile birlikte eğlence dünyasının müdavimi, tuzu kuru akşamcılar. Son olarak da, ilerleyen saatlerde sahne alıp amaçsızca dolaşan maddi imkânları kısıtlı görsel olarak tatmin olmaya çalışan kesim.
Gençliğinin en hızlı dönemini böyle demir parmaklıklar arkasında yaşamakta olan biz yatılıların, etüt salonunda çalışırken bir kadının şuh kahkahası ilgimizi dağıtır, yatakhanede gece boyu sarhoş naraları uykusumuzu bölerdi.
Tüm olumsuzluklara rağmen bu tarihi okulun bir ferdi olmaktan gurur duyardık. Bayram törenlerinde diğer okulların bizi hasetle izlemelerinden dolayı ayrıcalıklı olduğumuzu bilirdik. Burasının mektebi sultani olarak kuruluş amacının saray erkânının çocuklarını eğitmek için olduğu düşünülürse biraz havalı olmamız normal sayılmalıydı. Bütün bu görüntü zenginliğinin içinde bir de en büyük sorun olan züğürtlüğümüze bir çare bulunabilseydi.
Evden gelen harçlıkları bir türlü idareli kullanamaz, daha hafta sonu gelmeden cepler boşalınca her şeyin para demek olduğu bu semtte üç hafta elimiz kolumuz bağlı gün sayardık. Başkalarını bilemem ama ben o züğürt günlerde, hem zaman öldürmek hem de eğlenmek için bir oyun icat etmiştim.
Okul çıkışının caddeye inen kol duvarının en ucuna ata biner gibi oturur, gelen geçen insanların yüzlerindeki ifadeyi izleyip o anki ruh hallerini çözmeye çalışırdım. Bir nevi akıl okumak gibi. Zamanla, bir sevdiğine kavuşmak için telaş edenle, borcunu ödemeye gidenleri veya çalıştığı yerden bir vesile ile izin alıp dışarıda geçireceği bir fazla dakikayı kâr sayanları kesinlikle birbirlerinden ayırabilir duruma gelmiştim. Bulunduğum muhit bu oyun için tam bir madendi.
Caddenin karşısındaki postane ile bizim okulun önü en ünlü randevu yerleriydi. Bütün gün orada bekleşenleri izlemek bile başlı başına bir eğlence vesilesiydi. Elindeki bir buket çiçekle, yeni ütülettiği pantolonu buruşmasın diye elini cebine bile sokmadan hazır ol vaziyetinde bekleyen aşıklar. Sonra, birini beklemeyi zül olarak kabul edip nizamiye nöbetçileri gibi beş adım sağa beş adım sola sabırsız ve asabi bir tarzda dolaşan havalı tipler. Hor görülmeye alışık ve bunu kader kabul etmiş kanaatkâr kişiler. Ama tümünün ortak yanları dakika başına saate bakmalarıydı. Bu masumane oyun sayesinde zamanla bir takım pratikler kazanmıştım. İlerideki yaşamımda, yeni tanıdığım bir insan hakkında fikir sahibi olabilmem açısından bayağı faydalı olacaktı.
Günler bu şekilde gelip geçerken sonunda bahar geldi. Yaz tatiline iki hafta kalmıştı. Böyle zamanlarda dersler sona erdiğinden vakit de bir türlü geçmezdi. O hafta sonu gene oturmakta olduğum duvarda gelen geçeni seyrederken bir çocuk feryadının geldiği yöne baktım. Beş altı yaşlarında bir çocuk, annesinden kim bilir hangi imkânsızı istemiş olacak ki kıyameti koparıyordu. Çocuğun attığı canhıraş çığlıklar nedeniyle kadın, gelen geçen herkesin kendisine bakmasından son derece rahatsız, yüzünde belli bir mahcubiyetle çevresine göz atarken bir taraftan da oğlanı susturmaya çalışıyordu. Bu tabloyu izlerken, bizim o duvarın altındaki kaldırımı işgal etmiş olan seyyar satıcıların arasında değişik bir tip dikkatimi çekti. Yanlış hatırlamıyorsam, orasının demirbaş esnafları arasında en dipteki seyyar çaycının yanında bir simitçi, sonra defalarca ayakkabılarımı boyattığım bir de boyacı vardı. Şimdi o üçlünün az ilerisinde, rahle gibi bir sehpanın üzerine koyduğu camekânlı bir tablada anahtarlık, sigara ağızlıkları ve çeşitli tespihler sıralamış bir dördüncü satıcıyı fark ettim. Bu altmış yaşların biraz üzerinde adamı daha önce buralarda hiç görmemiştim. Küçük taburesinin üzerinde edepli bir oturuş tarzı sanki orayı işgal etmiş olmaktan ötürü çevresinden özür dilermiş gibiydi. Birbirine bitişik dizlerinin üzerine koyduğu elleri ve başını sağa sola çevirmeden sadece gözleri ile etrafını izleyişiyle, klasik bir seyyar satıcı tipine hiç benzemiyordu. Onu daha rahat inceleyebilmek için pozisyonumu değiştirdim. Eski ceketi, yakası biraz aşınmış fakat tertemiz beyaz gömleği ve muntazam bağlı kravatı, yıpranmış fakat pırıl pırıl boyalı ayakkabıları ile diğerlerinden o kadar farklıydı ki. Düşündüm de, haline tavrına bakılırsa, kısıtlı gelirine destek sağlamaya çalışan emekli bir memur olabilirdi. Yaz kış kravat takan dedemi hatırladım. Bu tür giyim tarzı, yıllardır devlet kapısında çalışanların ölünceye kadar vazgeçemeyecekleri bir mecburiyete dönüşür derdi.
Kendisini izlediğimden habersiz yan tarafındaki bir bez torbanın içinden dörde katlanmış bir gazete kâğıdı çıkararak camekânının üzerine yaydı. Uçmasın diye kâğıdın uçlarını kapağın altına sıkıştırdı. Sonra, iki dilim ekmek bir çatal ve bir sefer tasını sofrasının üzerine itinayla yerleştirdi.
Bu mesafeden ne olduğunu seçemediğim yemeğini ekmeğinden kopardığı küçük lokmalarla yerken ağzındaki her yudumu uzun uzun çiğnemesi dikkatimi çekti. Benim gibi tüm yatılı okuyanlarda ise, zamana karşı yarış edercesine çiğnemeden yutar gibi yemek bir alışkanlık halindedir.
O ara aniden başlayan bir öksürük krizi ile çantasından çıkardığı şişeden bir yudum su içip mendili ile özenle ağzını sildi. Derin derin birkaç nefes aldı. Sonra da iştahı kaçmışçasına yarım kalan yemeğini bitirmeden sofrasını topladı.
Her dakikada binlerce insanın geçtiği caddeden ilgimi tamamen kesmiş yalnız onu inceliyordum. Bu arada tezgâhına uğrayan olmadığı gibi bakan bile yoktu. Yedi sekiz metre kadar ilerideki çaycının sabırla kendisine bakmasını bekleyip işaretle ondan bir çay istedi. Sonra şekerin tekini içine atıp ötekini cebine koydu. Onunla konuşabilmek için içimde dayanılmaz bir istek oluşmuştu. Bir müddet, onu rahatsız etmeden nasıl bir diyalog kurmam gerektiğini düşünüp yanına gittim.
" Günaydın.
Beni aniden karşısında görünce dudaklarında tereddütlü bir gülümseme dolaştı. Dişleri her gün fırçalanmışçasına bembeyaz.
" Günaydın efendim. Bir şey mi arzu etmiştiniz diyerek camekanın üzerindeki hayali tozları üfledi.
Anahtarlıkları inceleyip ucunda sarı lacivert bir top olanını işaret ettim.
" Bunun fiyatı ne kadar?
Camlı kapağı kaldırıp oradan aldığı anahtarlığı bana uzattı.
" 175 ama, sizin için 150 kuruşa olur.
" Alıyorum diyerek cebimdeki son para olan bir elli ve dört tane yirmi beş kuruşu çıkarıp ona uzattım.
Belki de siftah yaptığı için mutluydu.
" İyi günlerde kullanınız efendim deyip tebessüm etti.
Elli seneye yakın zaman geçmesine rağmen siması şu an bile gözlerimin önünde.
Muhabbeti sürdürebilmek için duvarın üstünü işaret ettim.
" Bu okulda okuyorum ama, sizi daha önce buralarda hiç görmemiştim. Yeni mi geldiniz?
Şaşkınlıkla yüzüme baktı.
" Hayır efendim. Siz dikkat etmemiş olacaksınız. Takriben beş senedir havanın müsait olmadığı günler hariç ben hep buradayım.
Kısa bir sessizlikten sonra gülümseyerek önce elimdeki anahtarlığa sonra yüzüme baktı.
" Beni mazur görün ama, böyle güzide bir yerde okuyup ta, başka bir takımı tutmanız biraz tuhaf değil mi?
Güldüm
" O konuda suçlu dayımdır. Ben doğduğumda kundağıma sarı lacivert rozeti takıp kulağıma üç defa Fener diye seslenmiş.
" İlginç dedi pek ikna olmamış gibi.
Diksiyonu benimkinden çok daha düzgündü. İstanbul`da doğup büyümüştüm ama yaz tatillerini Uzunköprü’de ailemin yanında geçirirdim. O arada gayri ihtiyari edindiğim birkaç Trakya terimini ağzımdan kaçırdığımda okuldaki çocukların susak ağızlı diye dalga geçişleri geldi aklıma.
O ara gene uzun sureli ve inatçı bir öksürük krizine yakalandı. Yüzü kıpkırmızı şişesinden bir yudum su içtikten sonra sanki suç ondaymış gibi
" Özür dilerim dedi
" Kötü üşütmüşünüz.
" Maalesef burası biraz boğaz yapıyor. Eh yaşlılığı da eklersek.
Bir müddet başka bir mevzuu bulamamış gibi sessiz kaldık. O yüzünde tatlı bir ifade ile önüne bakıyordu. Ama ben yeni dostumla diyalogu sürdürmek amacındayım. O da bundan hoşnut kalmış gibi, ara sıra başını kaldırıp bana bakan gözlerinin içi gülüyordu.
" Konuşmanızdan anladığım kadarı ile İstanbullusunuz galiba.
" Evet efendim. Hem de yedi göbekten. Sizin ilkokulunuzun semti olan Ortaköylüyüm. Dedemin dedesi bile orada doğmuş.
Bu zorlama muhabbet daha ne kadar devam edecekti bilemem ama, tam karşıdaki taksi durağındaki şoförlerden birinin ağızlık bakmak için tezgaha yanaşması ile kenara çekildim.
" Şimdilik size iyi günler. Görüşmek üzere.
Oturduğu yerden hafifçe doğruldu.
" Size de iyi günler ve derslerinizde başarılar dilerim efendim.
Kapının kapanma saati yaklaştığı için okula döndüm. Ama bu yaşlı adamdan etkilendiğim kesindi. Uyku saatine kadar hep onu düşündüm.
Ertesi günü hala orada mı diye yan parmaklıklardan bakınmama rağmen açı yeterli olmadığı için göremedim ama öksürüğünün sesini duydum. Hafta sonu, daha önce ne iş yaptığını ve çoluk çocuğu olup olmadığını sormaya karar verdim.

Cuma günü öğle yemeğinde, önümdeki tabakta kokusundan bile nefret ettiğim terbiyeli kerevizi didiklerken hoparlörden adım okununca heyecanla müdür muavinin odasına koştum.
Babam bir işi için İstanbul`a gelmiş ve bu arada dersler bittiği için de beni götürmek için muavin beyden izin almış. Eşyalarımı toplamak için sevinçle yatakhaneye fırladım. Kirli temiz her şeyi bavula tıkıştırırken dolabın üst gözünde öksürük şurubuna gözüm takıldı. Annem belki gerekir diye geçen defa gidişimde valizime koymuştu. Onu da ceketimin cebine sokup aşağıya indim. Uzun bahçe yolunda babamla yürürken derslerin nasıl geçtiğinden ve Uzunköprü`den falan bahsediyorduk. Kapının önüne çıktığımızda,
" Bir dakika, ben şimdi geliyorum diyerek duvarın altına koştum.
Gene gazete kâğıdının üzerinde hazırlanmış sofrasında bu defa ki mönüyü yakından gördüm. Yarım domates, iki sivri biber üç beş zeytin ve iki dilim ekmek. Beni görünce hemen anımsayıp mahcup bir eda ile yüzü ışıldadı.
" Merhabalar efendim. Bir iki lokma bir şey yemek için hazırlanmıştım. Pek bir şey yok ama arzu ederseniz buyurun.
" Çok teşekkür ederim, size afiyet olsun. Ben yaz tatili için Uzunköprü`ye gidiyorum. Hoşça kalın demek ve size bu şurubu vermek için uğramıştım. İnşallah öksürüğünüze iyi gelir dediğimde adamın bana bakan gözlerinin nemlendiğini fark ettim.
Efendim yerine bu defa
" Çok teşekkür ederim yavrum dedi. Size iyi tatiller ve mutluluklar dilerim.
" Üç ay sonra görüşürüz dediğimde ise yüzü gölgelenip hüzünlü bir ifade ile,
" Kısmet dedi.
O arada babamın sesini duydum.
" Çetin, haydi oğlum geç kalıyoruz.
İkimizin de yüzünde oluşan küçük tebessüm bir veda gibiydi.

Sayılı güzel günler çabucak bitti ve okula dönüş zamanı geldi. Trenden indiğim Sirkecide, İstanbul`un meşhur ahmakıslatan yağmuru ile karşılaşınca bir hovardalık yapıp taksi tuttum. Okulun önünde arabadan inerken gözlerimle duvar dibini tarayıp yaşlı dostumu aradım ama o ortalıkta görünmüyordu. Hasta falan olmasın diye düşünerek ağır valizi sürükleyerek simitçinin yanına gittim.
" Bakar mısınız? Burada tespih anahtarlık satan biri olacaktı. Bu gün gelmedi mi?
Adam işaret ettiğim tarafa baktı.
" Orada öyle birisini hiç hatırlamıyorum be evlat.
Dikkatsiz herif diyerek ayakkabı boyacısına döndüm.
" Gözünüzden kaçmış olması imkânsız. Yaşlı temiz giyimli biriydi.
" Senin yanlışın olmalı delikanlı. Burada üçümüzden başka satıcı hiç olmadı.
Allah allah. Ne oluyordu bunlara böyle. Şaşkınlık ve telaş içinde bu defa çaycıya gittim.
" Bir defasında ona çay bile götürmüştün dedim adamı azarlar gibi.
Ama aldığım yanıtlar hep aynıydı. " Yanlışın olmalı, bilmiyorum, hatırlamıyorum."
Adamcağızın başına mutlaka kötü bir şey gelmişti. Son bir ümit ile taksi durağına koştum.
" Sizden birisi ondan bir ağızlık bile almıştı dediğimde adamlar bu telaşımı garipseyip suratıma tuhaf tuhaf baktılar.
Bu işte bir gariplik vardı. İçimde tuhaf bir sıkıntı ile etrafa bakınırken duvarın üstünde Ali beyi gördüm. Yıllardır bizim okulun kapıcılığını yapan bu adam bir yerde buraların muhtarı gibiydi. Daima papyonlu gezdiği için okula yeni gelen talebelerin onu gördüğünde hoca sanarak ellerini ceplerinden çıkarıp selam verdiği ilginç bir tipti. Heyecanla yanına gittim.
" Ali bey, sen buralarda herkesi tanırsın. Şu duvarın altında tespih anahtarlık falan satan yaşlı bir adam vardı. Başına bir şey mi geldi acaba dediğimde hiç düşünmedi.
" Ben kırk yıldır buralardayım be aslanım. Orada öyle biri hiç olmadı.
Yere bıraktığım valizin üzerine oturup düşünmeye başladım. Bu nasıl olurdu. Bunca insanın hatırlayamadığı birini hayal dünyamda yaratmış olamazdım. Ama yüzü, konuşma tarzı ve gülümseyişi belleğimde öylesine canlıydı ki. Şeytan yokladı derler ya, içimde bir ürperti dolaştı. Çaresizlik ve sıkıntı içinde çantamı sürükleyerek ağır adımlarla kapıdan içeri girerken diğer elimi cebime sokmuştum. Parmaklarıma temas eden şeyin ne olduğunu tahmin edince adeta taş kesildim. Çıkardığımda, yaşadıklarımın kanıtını avucumun içindeydi. Yatakhane dolabımın anahtarının takılı olduğu ve ucunda sarı lacivert topun sallandığı biranahtarlık. Gözlerimin önünde ihtiyar dostum TESPİHÇİ`nin hayali belirdi.
" İyi günlerde kullanınız efendim diyordu, temiz ve güleç yüzüyle.
( Tespihçi başlıklı yazı Çetin İMER tarafından 14.11.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu