Uzun zaman olmuştu. Ama gonca hala açmamış, gül olmamıştı.
İnsanlar, bahçe sahibinin, bitkinin toprak yüreğinden gelen damarlarına bir
madde aşılayarak, onu büyütmediğini düşünüyorlardı. Ama bahçe sahibi, hiçbir
şey yapmadığını, o goncaya da diğerlerinden farklı bir şey vermediğini
söylüyordu. Gerçekte de, goncanın gül olmamasının tek nedeni, goncanın
kendisiydi. Çünkü büyümek istemiyordu. “Şu yetişkin güllere asla
dönüşmeyeceğim. Ne kadar iğrenç görünüyorlar.” diyordu, taç yapraklarına
bakarak. “İçlerini dışlarına çıkarmışlar. Mahrem, gizli, özel bir şeyleri kalmamış.
Oysa bir gonca, içini içinde saklı tutar. Ve onlar, içlerinin kendine özel
kokusunu, pervasızca havaya katmaktan da rahatsız olmuyorlar. Üstüne üstlük,
görünüşlerine, kokularına aldanıp onlara gelenleri, dikenleriyle avlıyorlar.
İşte en iğrenci ve korkuncu bu: Dikenleri… Benim incecik, narin gövdem, nasıl
öyle bir ağaç dalı gibi olabilir? Nasıl gövdemi yararak o iğrenç dikenleri
çıkarabilirim? Hem de ne için? Hayasızca sergilediğim çekiciliğime yenilip,
bana uzanan ellere batmak için. Tanrım! Ne iki yüzlülük!”
İşte gonca bu yüzden açmıyordu. Ama artık bu oyun fazla
uzamıştı. Özünün derinliklerindeki yaratıcı güç, nerden geldiğini bilemeyeceği
bir ses olarak tezahür etti: “Ey gonca, neden açmıyorsun, söyle.” Gonca bu
sesten irkildi. Ses onu titreterek, içinden süzülerek geliyordu. Yankılı, boğuk
ve güçlü… Ama sanki ses olmayan bir sesti. Dışardan gelmiyor, içinde
oluşuyordu. “Kimsin sen?” dedi gonca korkuyla. “ne istiyorsun benden?” Ses
tekrarladı: “Ey gonca, neden açmıyorsun söyle!” “Ben seni tohumdan çekip
çıkaranım. Topraktan türeten, sana boy attıranım. Tohumun da, toprağın da özü
benim. Ben her şeyi, her şeyin özünden yönetenim.” Gonca bu sözleri anlıyordu.
Gerçekten bir yaradan varsa, ki varlık varsa var eden de vardı, yaradılanın
içinde de var olmalı. Yaradandan zuhur eden yaratıklar olmalı… Ve her an,
yaratıkta yaradan bulunmalı. “Ama yaradan nasıl benimle konuşur? Yoksa kendi
kendime mi konuşuyorum?” “Ve neden açmamı istiyor? Yoksa açmak kötü değil mi?”
“Öyleyse neden benim o utanmaz güller gibi olmamı
istiyorsun?” dedi gonca kendine, içindeki dizginleyemediği, onu güle çevirmeye
çalışan güce… “Madem yaradansın onları neden öyle yaptın? Suçları ne? Suçum
ne?” Cevap gecikmedi: “Ey gonca, öyle olacak olman suçundan değil,
yaradılışındandır. Ben öyle istediğim içindir. Ben sende güllüğü tatmak için
seni yarattım. Taşta taşlığı… Ben kendimi seyretmek için bu alemleri yaradanım.
Hayır da şer de benim. Ve sen, özündeki yönelişe direndikçe, can damarından
mahrum ve bodur kalmaya mahkumsun. İçini içine hapsetme. Özüne dön ey gonca.
Kendini kendinden sıyır, kurtar. Bırak her şey olacağı gibi olacaktır…”
Gonca artık dayanamıyordu. Titriyordu. Ağlamaya başladı: “Ama
o güller, o güller niye öyleler? Ne kadar utanmazlar. Ben öyle olamam. Tanrım
bana acı. Beni öyle yapma.” Sonra birden durdu. Bu feryatlarının ardından öyle
ani bir dinginliğe ulaştı ki, buna bir anlam veremedi. Şimdi, yangın yerinde
oturup, sakin sakin düşünen bir adam kadar garipti. Sanki olanı izliyor,
yaşamıyordu. Duygulara kapılmıyordu. Düşünceleri, kendiliğinden beyninden akıp
geçiyor, ve ona o kadar doğru geliyordu ki…
“Hayır, o güller utanmaz değil. Onlar sadece gül ve
emronulanı yapıyorlar. Onları utanmaz yapan benim; kendileri bundan beridir.
Benim yorumlarım, benim düşüncelerime göre onlar öyle. Başka gözler, onları
narin, harika yaratıklar olarak görüyor. Hangisi doğru? Hiçbiri… Onlar ne iyi,
ne kötü; ne güzel, ne de çirkin… Onlar
sadece gül. Benim gibi…”
Ve gonca, açmaya başladı. Bunu gören insanlar, büyünün
bozulduğunu, bu goncanın da artık diğerlerine benzediğini düşündüler. Ve
bahçeye girmeyen insanlar, bahçeyi terk etti. Olan mucizeyi görmeyen, gizden
gafil gözler, biten mucizenin ardından umutsuz ve arzusuz bakışlarına dönüp
başka yönlere çevrildi. Oysa döndükleri her yerde, gördükleri her şeyde bir
mucize gizliydi.