Babama Japonya'yı Sevdiren Kadın-55
...
Safa “Bilmiyorum ama Ayumi Hanım da arzu ederlerse ben kalmaktan yanayım. Eğer kabul ederseniz çalışmalarımızın bir parçası olarak, akşam yemeğinden sonra birkaç aileye ziyarette bulunmak isteriz…” dedi her ikisi adına...
Başhekim “Beni
dinlerseniz bu akşam dinlenin. Bu işi gündüz vaktine sığdırmaya çalışalım. Hem
bu akşam dinlenmiş olursunuz. Bildiğim kadarıyla ilk gününüz. Kendinizi bu
kadar yormasanız iyi edersiniz. Nasıl olsa telefi edebilecek çok zamanınız
olacaktır. Bu teklifime gönülden evet diyeceğinizi düşünüyorum.”
Safa fikrini
almak için Ayumi’ye baktı. Ayumi yeteri kadar yorgun görünüyordu. Her şeye
rağmen Safa’nın gözüne ve gönlüne girebilmek için onun hiçbir isteğine hayır
demek istemiyordu. Gönüllü gönülsüz onun ardı sıra sürüklenmeye ve çalışmaya
dünden razıydı. Ama bakışları da ‘kal’ der gibiydi.
“Teklifinize evet
diyor, o işi yarına bırakıyoruz,” dedi.
Başhekim kısa bir
tereddütten sonra “Gidilecek ailelere önceden haber verilsin mi?” diye sordu.
Safa “Aslında
uygun olur…”
Başhekim “Günler
oldukça kısaldı sayılır. İzniniz olursa akşam yemeğini bizim evde alalım olmaz
mı? İtirazı olan yok değil mi? Anlaşıldı yok… Eşim Chiyoko-san gelişinize
çok sevinecek… İki çocuk vardı… Onlarda yuvadan uçtu uçalı, biz yine baş başa
kaldık…”
Sekreterine
“Kızım biz çıkıyoruz… Sen de çıkabilirsin” dedi. Ev çok uzakta değildi. Evi
alışveriş mağazasının çapraz karşısındaydı. Kapıda güler yüzle Chiyoko-san
karşıladı. Tanışma merasiminden sonra koltuklara oturmadan Safa “Lavaboyu
kullanabilir miyim?” diye sorduğunda Başhekim öne düşerek lavaboyu gösterdi.
Chiyoko-san’ın
tüm itirazlarına rağmen sofrayı baştan sona Ayumi’nin kendisi yerleştirdi. “Ya
bey nereden buldun bunları? Doktor Hanım Kızımız nerdeyse bana sofrayı bile
elletmedi…”
Yemek sohbetle
başladı. Başhekim Safa’yı tanımak istemiş, o da kim ve nereli olduğunu, eğitim
çalışmalarını özetleyerek anlattı. “Çok uzak bir ülkede yaşamak zor değil mi?”
soruna, ‘Elbette zor olan yönleri var ise de, hayatın her yerinde ve her zaman
zorluklarının olduğunu’ bilgelik içinde anlattı.
Konu konuyu açıyordu.
Başhekim ve eşi yalnızlıktan yakındılar.
Safa’nın ‘Yalnızlık
az bir zamanda güzeldir. Kendi iç sesinizi dinlersiniz. Diğer bir adıyla
gönlünüzün sesine kulak verirsiniz. Hayatı bir başka pencereden seyredersiniz. Ama
fazlası çekilmez olur. İsterseniz teknolojide en ileri bir ülkenin, feleğini
şaşırmış kalabalık ve yorgun bir şehrinin en lüks bir semtinde, uzay
teknolojisiyle inşa edilmiş bir binanın kırk birinci katından akşamın veya
sabahın erken saatlerinde hayatın akışını seyretseniz bile yalnızsanız,
yalnızsınızdır. Güzelliği güzel yapan onu paylaşabildiğimiz insanların
olmasıdır. Öyle anlar olur ki, her ne kadar yalnız kalmak istemesek de,
yalnızlık çoğu kez sığınılacak limanımız olur… İnsan yalnızlığındaki boşluğu yine
kendisi ile doldurur ama belli bir zaman sonra acı vermeye başlar…”
“Yalnızlıktan
kurtulmanın reçetesi, eşini, çocuklarını, yakınlarını, çevrendekileri hatta tüm
inşaları karşılık beklemeden sevebilmekle başlar. Fakiri doyurmakla, öksüzün
başını okşamakla, ihtiyacı olana vermek ve yardımına koşmakla devam eder…’
Konuşma uzadıkça
uzadı. Akşam yemeğini yemişlerdi ama masadan bir türlü kalkamamışlardı. Ayumi
sofranın kaldırılmasında sanki evin genç kızıymış gibi hareket etmişti. Evin
hanımı Chiyoko-san’ın tüm itirazlarına rağmen bulaşıkları makineye atmış,
etrafı derleyip toparlamıştı. Safa’nın her girdiği yere çok rahat uyum
sağlamasını, yeni tanıştığı halde insanlarla kırk yıllık ahbapmış gibi samimi
ve candan yakınlık göstermesi, sohbetler etmesi Ayumi’nin gözünden kaçmıyor ve
de çok hoşuna gidiyordu. Ayumi “Ben neden onun gibi olamıyorum?” diyerek kendi
kendine serzenişte bulunuyordu.
Chiyoko-san’ın
“Koltuklara geçerek sohbete orada devam edebilirsiniz. Daha rahat olurdu…”
demesiyle, masanın üstünün tamamen boşaldığını yeni gördüler.
Uzun bir sohbetin
ardından duşunu alan odasına çekilmişti. Ayumi o günün yorgunluğundan başını
yastığa koyar koymaz uyudu. Bir ara gece tuvalet için kalktı, tuvalete gidip
geldikten sonra pencereyi açtı. Serin bir rüzgârın hücumuyla karşılaştı. Üzerinde
pijamadan başka bir şey yoktu. Pencereyi tekrar kapadı. Bir süre pencerenin
ardından dolunayın tepelerin üzerindeki ışıltılarını seyretti. Rüzgâr ağaçları
sallıyor, dolunayla yere düşen ağaç dallarının gölgeleri yerlerde oyun
oynuyordu sanki… Dönüp odasına geçmek
üzereyken Safa’nın diz çökerek başını göğsü üzerine eğik başıyla sessiz ve
sakin duruşunu gördü. Hiçbir hareket yoktu. Donmuş bir heykel gibiydi sanki.
...
Devamı Var
...
Ant-150815