Eski resimlerime bakıyorum, hiç biri bana benzemiyor; meğer senden önce ben ne kadar da ben değilmişim, ne kadar da bana benzemiyormuşum sevgilim!
Kocaman bir
aşkın orta yerinde zil zurna sarhoşum; sarhoşluğumsun boylu boyumca.. Aklımın
sen kokulu odalarında geziniyor, kendime tosluyorum sensiz saatlerimde. Başım
dönüyor; bir söz söylemeye kıyamadığım senden, bir de şu lanet olası uzun
metraj vertigodan! Suskunluklarım yankılanıyor penceresiz duvarlarımda,
yumruklarım konuşuyor duvarlarla, kafa tutuyorum yalnızlığa, kan damlıyor her
yanımda; sığamıyorum kendime, sığamıyorum sen olmadıkça bu şehre bu ülkeye bu
gezegene; sürekli bir dipnot hali, altyazılı izleyicisi gibiyim yaşadığım
söylenen ömrün, ben yaşıyorsam şayet bu ömrü, ipleri kimin elinde, kimin elinde
benim iplerim; neden durduramıyorum neden alamıyorum kendimi, bir an bile
düşünmekten seni..
“Hayat
eşittir sen” bende kaç vakittir, saymadım kaç yüz yıl geçti, kaç bin yıl oldu..
Gün istisnasız, tartışmasız, sualsiz senin adınla doğuyor, adınla yaşanıyor,
adınla geçiyor bir diğerine.. Bütün haberler sana dair bende.. Varsa yoksa sen!
Gazetelerde, televizyonlarda, radyolarda sen varsın.. Her sabah manşet haberim
sensin, özel haberim sensin, gazetelerin iç sayfaları seninle dolu, son sayfada
sen varsın, makaleler seni anlatıyor, köşe yazıları senin, en sıcak haber en
son haber son dakikalar az sonralar hepsi seni söylüyor, her yerde sen, bir
sen, hep sen, yalnızca sen..
Kuşluk
vakti; baykuş esnemesi, karga öksürmesi ve inceden horoz kükremesi dışarılarda
bir yerde; yanık sesli bir hocanın huşu içindeki Arapça namaz daveti silüeti
perdelere vuran minarenin balkonunda; bir uçurumdan boşluğa düşer gibi gider
gelirken benliğim dünyayla hülya arasında, alaca sabahın kızıllığında sallanan
gözlerim kapanıyor usulca.. Teninin sıcaklığını, parfümünün kokusunu hayal edip
dudaklarının esiri olmak için, rüyalarımda olsun bu sensizliği bitirmek için,
bitirebilmek için.. Ne mümkün! Boğum boğum bir Nuri Bilge Ceylan filmi
sıkıntısı çörekleniyor böğrümün orta yerine, hiç bitiremediğim Orhan Pamuk
kitapları gibi bir huzursuzluk üzerimde.. Tutunamadığım, tutturamadığım, nefes
açıcıların bile faydasız kaldığı tarifi imkansız bir kaygı sol yanımda,
fondaysa en kralından ve en eskisinden İlhan İrem şarkıları..
Hayalmiş..
Hayaller bile terso yazıyor bana heyhat! Kabus nöbetlerimden sana en afilli
dizi episodları.. Edward Munch'un “Çığlık” tablosunda buluyorum kendimi kimi
vakit, ellerimle yüzümü sarmışım; bakışlarımdaki sensizlik korkusunu görmek
istemezsin.. Sonra kimi vakit simsiyah bir dünya ve bütün evren kararmış..
Kapkara.. Her yer zifiri siyah, sadece beyaz bir çerçeve siyah boşluğun
etrafında; derin karanlığı göze sokan.. Hiç bir şeyin içinde olduğum hissiyle
içinde bulunduğum bu tablonun ressamı Kasimir Malevih ve bu içinde bulunduğum
hiçliğin adı “Siyah Kare”.. Hiçliğin ortasında bir ağır müebbet hissi nah
şuramda.. Şimdi sırası değil diyorum bu halet-i ruhiyenin.. Oysa tam da bu anda
benim ihtiyacım olan olsa olsa Gustav Klimt'in “Öpücük” adlı tablosuna dahil
olup başroldeki oğlanın yerine duhul ederek ellerim arasına aldığım o yumuşacık
yüzünün tüm güzelliklerinde kendimden geçmek, sana dolanmak sadece..
Karayel,
poyraz, imbat, samyeli ve daha adlarını da hangi yönden ne vakit estiklerini de
bilmediğim daha bir dünya rüzgarın esintisinde kürek çekiyorum vagonlarımı
ardıma katıp, dağların ortasında tek gözümü uzaklara kısmışken; dudaklarında
tütünü halis Bafra ismi gavur bir sigaranın dumanında.. Nikotin kokuyor etrafta
bütün çam ağaçları! Yol bitiyor; kanatlarımı açıp havalanıyorum uçsuz bucaksız
maviliklere, yüreğimin götürdüğü sana doğru.. Hay bin kunduz! Zindanlar çıkıyor
önüme, cellatlar dolanıyor üzerime sağlı sollu, cinayet silahları ellerinde,
Voltran'ı oluşturmuş şövalyeli zırhlı haçlı orduları sürülüyor üzerime, iki
başlı üç başlı dev ejderhalar ateş saçıyor dört bir yana, gecenin dolunayında
dövüşüyorum tek dostum gölgemle birlikte, kılıç sallıyorum hayatın bütün
“zalım”larına.. “Atıl kurt” diyebileceğim “bir kedim bile yok”..Anlıyor musun? Yaralanıyorum,
kanıyorum, düşüyorum, yeniden kalkıyorum, yeniden düşüyorum, bir kısırdöngüye
bağlıyorum, ucunda kalp olan oklar saplanıyor bir bir yüreğime..
Allah Allah
nidaları eşliğinde irili ufaklı yel değirmenleriyle savaşır buluyorum kendimi,
bir Don Kişot cengaverliği üzerimde; Savaş marşları çalıyor ardımda Osmanlı
mehteranı.. Rez'il, mel'un düşman güçlerinin arkasında ise Kız Kulesinin yüksek
penceresinden o uzun o bakmaya doyumsuz saçlarını aşağı sarkıtmış sen.. Seni
oradan kurtaracak bir beyaz atım yok belki ama altımda yel değirmenlerine
meydan okuduğum en afillisinden kırmızı bir bisikletim var istersen, hem de
kontra pedal, hem de her bir yanında rengarenk süslemeler.. Hayır diyemezsin
böylesine; şıngır şıngır zili de var, seni uzaklara kaçırabilmek için terkisi
de..
Bir uzun
koridorun başında buluyorum kendimi, ellerim arkadan kelepçeli.. Anarşist mi
oldum yoksa iki arada bir derede! Sağ yanımda Hitler askerleri, sol yanımda
Coni'ler.. Nereye düştüm böyle Allahım diyorum gözlerimi yukarı kaldırıp..
Başımın üstünde tavanı kaplamış İsa'nın son akşam yemeği portresi.. Yan dönmüş
Judas sağ omzunun üzerinden kafasını çevirip göz kırpıyor bana, yüzünde hain
bir gülümsemeyle; bir şarap damlası düşüyor alnıma.. Sonra kadraja Turist Ömer
giriyor teklifsizce.. Sadri Alışık geliyor yardımıma üzerinde avukat cübbesi,
kafasında meşhur şapkası, çakıyor o bildik selamını, çıkıyoruz karşısına eski
Fransız tarzı beyaz permalı peruğuyla Benjamin Franklin bakışlı tahta tokmaklı
kırmızı yakalıklı cübbesiyle cezacı olduğu her halinden belli olan yaşlı
hakimin; “bu da mı gol değil be hakim bey” diyor sevgili avukatım, “bu da mı
gol değil..”
Zil çalıyor
sonra; hababam sınıfı müziği, tanıyorum hemen, sınıfa giriyoruz, sıraların
üzerinde hem itinayla hem de gelişigüzel kazınmış birbirine geçmiş isimler,
kalpler, şarkı sözleri; bir tarih yatıyor belki de bu sıralarda, talebe
sevdalar; ne aşklar yaşanmış, ne ayrılıklarla boyanmış bu eski ahşap sıralar,
kimbilir.. Hemen arkandaki sırada oturuyorum, öğretmen sınav yapıyor;
elektrikler kesikti, sular akmıyordu, telefonlar bozuktu, babam hastaydı, danam
yastaydı, çalışamadığımdan değil çalışmadığım yerdendi hep sorular, takmış
sonra hoca bize, ha bi de bu hoca var ya
bu hoca böyle öğretmediği konulardan soruyor zaten; kopya istiyorum senden,
verdiğin kağıtta “seni seviyorum” yazıyor sadece, seni sevdiğimi yazıyorum ben
de; 100 tam puan alıyorum sınavdan..
Yağmur
yağıyor binlerce yıldır türlü medeniyetlerin durağı olmuş bu eski şehre, bu
virane şehre, bu sensiz beş para etmez şehre; yaz yerini güze bırakıyor,
yapraklar birer birer intihar meylinde.. Sarı sonbahar.. Yokluğuna ağlıyor
gökyüzü benimle beraber, göçmen kuşlarının kanatlarına ağıtlarımı bağlıyorum
sana ulaştırsınlar diye hüzünlü bir günün öğleden sonrası ya da battaniyeye
sarılmış sessizliği dinlediğin kül rengi bir akşam üstünde.. Sahi; sustuklarımı
duymuşsundur mutlaka, çığlık çığlığayken kurumuş göz pınarlarım.. Kızılırmak
nehri neden denize Bafra'dan dökülür sanıyorsun, ben yüzyıllardır sana olan
hasretimi gözyaşlarıma sarmalayıp Kızılırmak'la Karadeniz'e yollarım.. Ki
nehirleri, denizleri, nice şehirleri aşsın boğazları geçsin yedi tepeli kadim
şehirde sana ulaşsın diye..
Uzaktan bir
arabanın içinden damarın anasını bellemiş kulak tırmalayan bir müzik sesi geliyor
dibime kıyısında yeşillenirken koca nehrin.. “Benim için üzülme,” diyor,
Bergen.. Acıların kadını Bergen.. Bira şişelerinin birbirine vurduğu
şıngırtılar ve yer yer dünyanın anasını sattıkları naraların eşliğinde
yankılanıyor boşlukta müzik sesi.. Gece ölüyor, ölüm doğuyor, doğan seviyor,
seven acı çekiyor.. İyi de benim için üzülme ne demek lan.. Yok öyle bir dünya
arkadaş.. Neden üzülmeyecekmişsin benim için? Ben üzülüyorsam benim için, sen
de üzül bana.. Hatta hiç bekleme sonrayı, şimdi başla üzülmeye.. Şu an şu
dakika şu saniye seninle olmak varken sensiz bir şehrin havasını soluyan bu
zavallıya..
Kendimi
aramaya çıkmıştım çok önceleri televizyon programlarına; herkesin şaşkın ve
üzgün bakışları arasında kaybettiğim kendimi aradık günlerce, aylarca, hep
birlikte tüm memleketle.. Kimlerden sormadık, kimleri sorgulamadık ki.. Deniz
kenarlarında dipsiz kuyularda terkedilmiş barakalarda küf ve sidik kokan
kulübelerde cesedimi aradık, dağ başlarında ağaç diplerinde mısır tarlalarında
başakların arasında benden bir iz taradık, karakollardan sorduk, jandarmadan
soruşturduk, faili meçhulleri sıraladık, canlı bombalardan, izinsiz
gösterilerde ölenlerden, kırmızı mavi yeşil bültenlerden baktırdık, her köşeye
“bulanların insaniyet namına..” diye başlayan ilanlar astık üzerinde en son
sekiz on sene evvel kayıp hüviyetimi çıkarmak için bir yaz günü öğleninde terli
gömlekle çektirdiğim acele vesikalığımla, yoktu çünkü daha yeni bir fotoğrafım,
ne yaptıysak nafile, bulamadık! Kendi kendimi ihbar ettim en sonunda, daha
fazla direnemedim, en son görüldüğüm yeri söyledim bir gün programda pat diye,
aaaa nidaları ve hayretlerinde gittiler baktılar, sonrası malum; sende buldum
kendimi, ne sevindik bütün memleket bilemezsin, özçekimler, selfieler gırla
gitti; hiç mutlu olmamıştım bu kadar daha önce!
İnce belli
bir bardak demli mi demli meşhur Rize çayının süzülen buğusunda el ele, diz
dize, gönül gönüle sohbetler etmek seninle.. Hiç bitmeyecek bir yolculukta,
kaderini kendi yazdığımız aşkın serüvenine yollanmak seninle.. Asırlarca
birbirine hasret kalmış iki bedende tek vücut olup, geceleri sabahlara katık
yapmak seninle.. Kalıbına sığmayan bir tatlı telaşla, iki nesil sonramıza
anlatacağımız anılar biriktirmek seninle.. Tütün tarlasında yeşil yaprakların
zifirinde acımış ellerde bir parça ekmeği bölüşmek seninle.. Bu dünyada seninle
cenneti yaşattığı için, seni bana hediye ettiği için, beni sana kavuşturduğu
için Yaratana dualar etmek seninle..
Verebilecek çok şeyim yok diyemem sana, en büyük servetim yüreğimdeki bu senden öncesiz, bu senden sonrasız, bu çıkarsız, bu saf, bu sonsuz sevdam.. Yeminim olsun sana.. Sözüm olsun.. Gökyüzünün bütün duvarlarına yazayım sözlerimi, bütün dünya duysun bütün dünya bilsin diye.. Sözüm olsun; gökkuşağının bütün renklerini sereceğim önüne, barışın güvercinlerini uçuracağım maviliklerde senin için.. Sözüm olsun; seni bir ömür boyu seveceğim.. Sözüm olsun; bu gözler senden başkasını görmeyecek, bu eller senden başkasını tutmayacak, bu beden senden başkasında yanmayacak.. Sözüm olsun; bu kalp durana kadar senin için atacak, satırlarım yalnızca seni anlatacak, mısralarımda bir tek sen olacaksın.. Sözüm olsun sevgilim; dilimden çıkan her harf duamız olacak!
***
www.muratyuksel.com.tr
twitter.com/mavikaradeniz