“Sende gördüğümü görecekler diye ödüm kopuyor.” *
Kuşandıkları
rolleri en iyi şekilde icra eden ikiyüzlü insanları ürkütmeden yaklaştı, usul
usul geldi oturdu kış mevsimi eskimiş şehrin üzerine.. Günün yorgunluğu geceye
uzadı, kış ayazlandı, kış esti, kışa yağdı bütün sokaklar, kül rengi bulutların
göz yaşları ıslattı şehri; kış, soğuğa boyadı evlerin duvarlarını sessizce. Ve
ben, dört duvar arasına sığamayan ben, yer yüzüne de sığamadım, gökyüzü dar
geldi, okyanuslar gözüme bir damla dahi görünmedi.. Sabah ayazında çiy tuttu
hayallerim buz gibi. Kalbimin çıldırdığı derin uçurumlarda köpürdeyen
yanardağların yamaçları ve bunca zaman korktuğum uç noktalarda bir başıma
dolanmanın umarsızlığı ruhumda. Zamanın ortasında çırılçıplak, çağların
ortasında tek ayak üstünde durma cezalısı bir çocuğun sıkılgaçlığı ruhumun
sayfalarında. Kıştı, soğuktu, yağmurdu, çamurdu, kara gebe fırtınalar çıktı.
Pazar yerinin artığında eşinen çöplük kargaları görünmez oldu. Ölüm yeniden
moda oldu evsizler durağında. Öylesine sıradan ve bir o kadar normal ki ölüp
ölüp dirilmek şimdi bu eskimiş şehirde. Bilemezsin.. Ben bile o kadar öldüm, o
kadar gömüldüm ki; artık mezarlarımı dahi kaybettim.
Azgın
dalgaların kıyıya attığı yorgun bir bedenim şimdi ben bu ömrümü çalan şehirde.
Düştüm, yuvarlandım, üstüme basıp geçtiler, gözlerimi bağlayıp işkenceler
ettiler, zalimce güldüler, hunharca eğlendiler, sarhoş kahkahalarına katık
ettiler.. Yıkılmadım! Yıkılmadım yine de, Amerikan filmlerinin ölmek bilmeyen,
dokuz canlı, küllerinden doğan kült kahramanlarının klişe hareketleri gibi her
defasında kan revan halde doğrulup sol kolumu havada yumruk yaparak bağırdım
defalarca: “Acımadı ki.. Acımadı ki..” Ne acımamasıydı! Acıyacak yerim
kalmamıştı işin gerçeği..
Kendimden
başka hiç kimsenin olmadığı bir gecenin zifiri ortası.. Herkesin zafer işareti
yaptığı bu şehrin daimi kaybedeni olarak en büyük ve en şerefli yenilgiye sahip
olmanın gururu(?) göğsümde.. Aynaya baktığımda hep yanıbaşım ıssız, hep bir
yanım eksik, hep yarımım. Olduğum gibi. Kendimi hep bildiğim gibi. Eksik ve
yarım.. Elli küsür yıl öncelerinin şarkılarını acılarıma katık yapıp
demleniyorum yıldıza hasret simsiyah gökyüzünün altında. Avucumda küllerim..
Alev alev.. Yanıyorum yine bu gece. Sanma ki bu vurdumduymaz gecelerin üzerime
çöküşünü dert ediyorum ışığın karanlığa mapus olduğu dört duvar aralarında.
Benim derdim güneşimin olduğu gibi gecelerimin de sahibiyle aynı yalnızlıkta
pişmiyor oluşuma.
Ayağa düşmüş
sözcüklerimi, satırlarımı, kanayan ellerimle birer birer topladım yerlerden,
üstüme silerek temizledim, üç kere alnıma koyarak öpüp cebime iliştirdim.
İnsanlar için özene bezene yanyana kelimeler getirmekten, anlamlı cümleler
kurmaktan, anlaşılamayan derdimi anlatmaya çalışmaktan yoruldum. Kendi içimde
bağırdığım sesim kulaklarımı sağır eden sessiz çığlıklara dönüşüyor sadece beni
çıldırtan kimsenin umrunda olmayan. Yazılı ve sözlü alfabenin yetmediği
zamanlardan bir gece.. Kapıların ardında biriktirdiğim yıllanmış, sonsuza kadar
çekiştirilebilecek hatıralarım. Üzerine kilit üstüne kilitler vurmuşum!
Anahtarı yedi denizin yedi ayrı dibine gömmüşüm. Koçbaşları kıracakmış kapıları
heyhat! Yaşadıklarımı biliyor musun, sen gel bana onu anlat! Beni yargılamak
kimin ne haddine! Yüzümdeki her çizginin bir hikayesi var hepsi kendi
içerisinde.
Yine
süsledim tüm acılarımı allı pullu. Senhanemde ne denli sensizim nereden
bileceksin! Beynim yanıyor; ağaçlar, kayınlar, gürgenler, çamlar, ormanlar
yanıyor beynimin labirentlerinde, kocaman kocaman dalgalar kıvılcım olup ateş
alıyor, ateşler yangınlara devriliyor beynimde bir dönüşüm girdabında, ben
yanıyorum, şehir yanıyor, ben yanıyorum, dünya yanıyor, ben yanıyorum, ateş
küle dönüyor, kül rüzgara karışıyor, rüzgar poyraza, poyraz lodosa, lodos
deliborana, deliboran fırtınaya vuruyor kendini; gelip dağılıyorum bir toz
bulutuyla inci saçlarına.. Saçlarının kokusunda kayboluyorum. Bilmiyorsun..
Duymuyorsun.. Görmüyorsun..
Sahi,
saçlarını anlatsana bana sevgili. Kokusunu. Altın rengini.. İnci parlaklığını..
Nasıl taradığını, rüzgarda nasıl savrulduğunu. Anlat sen, geceler gündüze
kavuşsun, anlat sen, dereler denizle buluşsun, anlat sen, turuncu maviye
kavuşsun, anlat sen dillerde şimdi bizim sevdamız okunsun. Desinler bir sevdalı
Murat, yitip gitti mapus bir sevdanın peşinde.. Nereden bilsinler benim bu
sevdaya gönüllü mapusluğumu.. Özgürlüğün canı cehenneme, benim esaretim sen
olduktan sonra. Dünyanın en güzel tatlılarının canı cehenneme, dudaklarım
dudaklarınla buluştuktan sonra.. Ölümün canı cehenneme, tenim teninde kaybolduktan
sonra.. Bütün dünyanın da canı cehenneme, yanımda sadece sen olduktan sonra..
Ve sen geçerken aklımdan.. Bitmek bilmeyen kervanlar gibi.. Akıp giden katarlar
gibi.. Sonu gelmeyen vagonlar gibi.. Sesi bütün denizi çınlatan vapurlar gibi..
Ve sen geçerken aklımdan.. Aklım başımda değil ki..
Sonra
gecenin deminde bir dem. Hüzün kırıkları gecenin renginde rakı olur içersin
yudum yudum. Saki doldurur kadehi boşaldıkça, ufaktan demlenir bünye gecenin
ayazına. Adabındandır, bir kere kalkar kadeh rakı masasında. Buz koyulmaz rakı
bardağına, hakaret sayılır bir nevi masanın kralına. Yine adettendir hani,
memleket meselelerinden girilir, futbol ezber edilir, vatan kurtarılır, en son
esas meseleye gelinir de aşkla ve hasretle devam edilir mezeler karışırken
rakıyla yavaştan kana. Fonda her daim Bergen, Tüdanya, bazen Orhan, bazen
Ferdi, kimi zaman da Müslüm baba.. Sabaha çok vardır daha, daha çok vardır rakı
şişesinde balık olmaya. Tek içilmez bu meret sevgili, ondan bir yanımda gölgem,
bir yanımda hasretin, öbür yanımda her daim aynı sıcaklıkla bana gülümseyen
resmin..
Aşk üç hafli
diyorlar.. Yalan! Aşk sen harfli sevgili. Sen kadar.. Senden ibaret.. Öyle ki
yüreğim binlerce yıldır hep sana ilticada.
*Özdemir
Asaf