GÜZEL GÜNLER YAŞADIK

 

İnsanoğlu çeşit çeşit. Beş parmağın beşi bir mi? Kimi mutlu olmak için “Armut piş, ağzıma düş!” misali büyük beklentiler içindedir. “Ah, şu lotodan, piyangodan bize de çıksa!” diye düşünür ya da aile varlıklı ise kalacak mirasın hayalini kurar. Kimi de dışarıdaki çat ayazda titreyerek eve geldiğinde yüzüne vuran “ev sıcaklığı” ile ya da eşinin, çocuklarının gülümsemesi ile mutlu olur.

Artık yaşlanıyoruz, hatta bırakalım “…yaşlanıyoruz”u, yaşlandık bile. Eee yaşlanan insan da en çok geçmişten söz etmeyi sever. Yolun sonu görünürken gelecek üzerine hayaller kuracak değiliz ya!  Ben de çok sakin, sıradan yaşadığım bu hayatta mesleğim gereği hep “insan”la uğraştım. Öğretmenlik mesleği beni çok değişik insanlarla karşılaştırdı. Yapım gereği öyle kimseyle ciddi anlamda dövüşüm, kavgam olmadı. Kırgın, küs olduğum kişilerin bile sayısı çok az olmuştur. Elimden geldiği kadar ortaokul, lise düzeyindeki öğrencilere güzel dilimin kuralları yanında kendi anlayışıma göre “insan olmayı” da öğretmeye çalışmışımdır. Bunu bir övünme olarak görmeyin. Öğrencilerimin büyük çoğunluğunun ortak görüşüdür bu. Sayıları az da olsa bazı ön yargılılar hariç tabi. Yazıma girerken de belirttiğim gibi beş parmağın beşi elbette bir değil.

Bugün hâlâ konuşup görüştüğüm bir arkadaşımla yaşadıklarımı anlatacağım. Anlatacağım kişiyi bu yazıyı okuyan eski öğrencilerimden bir kısmı da yakından tanıyacaktır. Kim mi bu? Şimdi onu, onunla yaşadıklarımızı anlatıyorum. Belki eski öğrencilerimizin dudağında hafif bir gülümseme bırakırım.

…………………………………..

Hayat çizgimiz birçok yerde paralellik taşımıştır Hüseyin Saylam’la. Onu yakından tanıyanlar kendi aramızda konuşurken kendisinden “Goca Üssüyün” diye bahsederiz. Bedensel iriliğinin yanında gönlü de kocamandır. Benim onunla tanışıklığım 1960’lı yılların başında başlar. Nevşehir’de ortaokulda okurken o da lise son sınıfta okurdu. O zamanlardan kalma iki sözünü unutmam: “Cebir kitabını altmış kuruşa sattım, 

sonra gördüğünüz gibi matematikçi oldum anasını satayım.” Bir diğer lafı da “Ula bunlar ne zaman büyüdü, biz lisedeyken ufacık bebelerdi, bunlara fırından ekmek getirtirdik.”

İkinci yaşanmışlığımız Konya’da oldu.

1971 yılının bir pazar günü. Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü’nde okuyorum. Herkes tatil gününde gezip eğlenirken ben sınıfımızdan bir arkadaşla ders çalışıyorum. Yarın Dilbilgisi dersinden yazılı sınav var. Arkadaş sınıfın yüksekçe olan kürsüsünde, ben aşağıda sırada oturuyoruz. Durmuş, bir ara dışarıya bakıyor. Bana dönüp:

-Bak, bir hemşehrin geliyor, senin gibi iri yarı.

-Hadi ordan benim kimim kimsem gelmez, sen nerden benim hemşehrimi tanıyorsun?

Ders çalışmaya devam ediyoruz. Aradan beş dakika geçiyor, sınıfın üstü camlı kapısından içeriye bakan bir kafa. Bizi görünce kapıyı açıp giriyor.

Tanıyorum.

-Ooo! Hüseyin ağabey, hoş geldin.

-Hoş bulduk. Yahu sen ne zaman büyüdün de buralara geldin?

Bizim Hüseyin ağabey Konya Doğanhisar’da çalışıyormuş. Hem mezun olduğu okulu görmeye hem de benden bir üst sınıfta okuyan akrabam Duran Deveci’yi ziyarete gelmiş. Benim de orada olduğumu bilmiyor. Duran beleden öğrenince de doğru benim yanıma… Biraz sohbetten sonra onu yemeğe götürdük.” Bizim okulda yemeklerde köpek başı kadar et çıkardı.” dediği yemekhanede yine onun çok sevdiği kadınbudu köfte vardı. Gerçi Hüseyin ağabeyin sevmediği yiyecek yoktur, pişmemiş domatesten başka.

1973 yılının öğretim yılı başında Mucur Ortaokulu’na atandım. Saylam  da orada matematik öğretmeni. Güzel günler yaşadık. Hepsini anlatmaya kalksam sayfalara sığmaz. Onun iri yarı gövdesinin yanında saflığını, her şeye inanırlığını anlatan iki birkaç anımızı yazacağım buraya.

………………………………………………..

 

1975 yılı Mayıs ayının sonu yaklaşıyor. Öğrencilerin geçip kalma notları idareye verilmiş, okulun kapanmasını bekliyoruz. 

Okul katibimiz rahmetli Ali Rıza Demirörs’ün odasında oturuyorum. İkimiz varız.

-Ali Rıza ağabey!

-Buyur Numan Bey!

-Gel seninle şu bizim Saylam’a bir oyun oynayalım.

-Ne yapalım?

-Ben, ona bir öğrencinin ağzından tehdit mektubu yazacağım, sonra postahaneye gidip postalayacağım.

-İnanır mı dersin?

-Ben yazayım da sen bak, inanır mı inanmaz mı?

Saylam, o yıl ortaokulda öğretmen; ama lisede de derse giriyor. Oturdum daktilonun başına, aşağıdaki satırları yazdım beyaz kağıda:

 

“Sayın Hüseyin Saylam,

Ben, Mucur Lisesi dördüncü sınıfında Cebir dersinde ikmale bıraktığınız bir öğrenciyim. Benim notumu düzeltip bu dersten beni geçirmezseniz size gece karanlığında yedi buçuk liralık kurşun yeter…”

 

Mektubu bir zarfa koydum, doğru Mucur Postahanesi’ne..”Hüseyin Saylam- Mucur Ortaokulu” adresine postaladım. Yarına okulda olurdu mektup.

………………………………..

 

Ertesi gün yine katibin odasındayım. Postacı biraz sonra gelir. Çok geçmedi geldi postacı. Ali Rıza ağabey, hademenin biriyle çağırttı Saylam’ı.

-Saylam, sana mektup var.

-Hayırdır, bana pek mektup gelmez ya!

Yanında rahmetli Alaattin Tulga arkadaşımız da var. Mektubu aldı, açtı. Okuyunca rengi attı.

-Allah Allah! Kim bu serseri, isim de yazmamış.

-Ne oldu Saylam, kötü bir haber mi var?

-Tehdit mektubu yazmış serserinin biri.

Mektubu alıyorum elinden, yazılanları seslice okuyorum.Bu arada bizim Saylam da konuşmaya başlıyor. Ben onun konuştuklarını çaktırmadan bir kağıda not alıyorum. “Vay 

şerefsiz vay! Beni vuracakmış. Ulan daha Savaş, Barış küçücük. Babasız ne yaparlar? Hanım şu yaşta dul mu kalsın…” O anlattıkça ben yazıyorum.

Yan yana oturduğu Alaattin Bey de sürekli koluyla dürtüyor.

-Kalk savcılığa gidelim.

Biz caydırmaya çalışıyoruz; ama onlar kalkıyorlar, savcılığa gidecekler. İşte şimdi işler sarpa sarıyor. O zamanki savcı ile aynı apartmanda komşuyuz. Üstelik savcının eşi Özden Hanım da okulumuzda öğretmen. İş ciddiye alınır, sonunda şaka olduğu ortaya çıkarsa biz zor durumda kalırız.

Yoldan çeviriyorum onları. “Gelin, ne adamlarsınız yahu! O mektubu ben yazdım. Saylam’ın konuştuklarını yazıp gülmek için…” diyorum. Sonra odada yazdıklarımı okuyorum, gülüşüyoruz.

………………………………………………………………….

 İkinci anlatacağım da yine bir mektup olayı. Yine 1975 yılı. Hüseyin Saylam’ın yaşı otuzu geçmiş. Bu yaz istese de istemese de yedeksubay olarak askere çağrılacak, on sekiz ay askere gidecek. Biz yine Ali Rıza Demirörs’le bir oyunun peşindeyiz.

-Ali Rıza ağabey!

-Buyur hocam!

-Gel şu Saylam’ı asker edelim.

-Nasıl olacak o?

-Kısa dönem yedeksubay askerlik kanunu çıkacakmış. Saylam onu bekliyor. Kanun çıkmadan sen ona resmi bir yazı yaz. Ben postahaneden postalarım ona. Ne de olsa Askerlik Şubesi’nin eski memurusun. Askeri yazışmaları bilirsin. Gel, biz bunu Polatlı’ya topçu olarak asker edelim. O şimdi dört gözle kısa dönem yasasını bekliyor.

Daktiloya kağıdı sürüyor bizim katip. Askeri numaralar vererek, altına eski bir şube başkanının adını yazarak bir resmi yazı döktürüyor. Sarı zarfa koyup üstüne de resmi pul yapıştırıyoruz. Bir zahmet postahaneye kadar gidiyorum.

Ertesi gün koluna girip “Gel, Hüseyin ağabey, bizim katiple iki laf edelim.” Diye onu katibin odasına götürüyorum.

Postacı yine her günkü gibi saat 10.00 sıraları geliyor.

Ali Rıza ağabey resmi yazıları açıyor. Biraz sonra-Saylam, bu yazı seninle ilgili, pek iyi haber değil.

-Ne oldu katip, ne diyor yazıda?

-Sen, Polatlı’ya asker olmuşsun. Kısa dönem de çıkmadı. On sekiz ay gideceksin.

-Gördün mü başıma geleni? Hep bundan korkuyordum. Çocuklar da küçük. İlk dört ay maaş da vermiyorlar. On sekiz ay çekilir mi arkadaş?

Yine o anlatıyor, ben yazıyorum sonra gülmek için.

Daha önceden planladığımız gibi Ali Rıza ağabey devreye giriyor:

-Bak Saylam! Ben, Askerlik Şubesi’nde çalıştığım için bu işten anlarım. Ben, şimdi bu yazıyı sana tebliğ etmemiş olacağım, yani senin haberin olmayacak. Ardan zaman geçince de kısa dönem yasası çıkar, kurtarırsın. Yalnız bir şartım var. Bize birer paket Samsun alacaksın Tekel’den.

-Size on paket feda olsun. Yeter ki kurtarın beni!

Yazıyı yırtıyor bizim katip. Saylam da buna inanıyor saf saf. Doğru okula yakın Tekel binasına gidiyoruz.

………………………………………………………………..

 

Okul müdürümüz Ahmet Şimşek’in bir yakınını düğünü var Kabaca (Pınarkaya) köyünde. Sekiz on kişilik arkadaş grubu gündüz gözü düğündeyiz. Düğün odasında hemen yemek sofrası kuruluyor. Düğün yemekleri peş peşe sofrada. Bizim Saylam gelen tabağı temizliyor. Yemeğin sonunda bir sini içinde kızarmış kuzu geliyor sofraya. İçtikleriyle biraz çakırkeyf olan Saylam, müdüre dönüyor:

-Ulan Ahmet, Allah belanı vermesin! Niye söylemedin kızarmış kuzunun geleceğini?

Yine de kuzunun büyük kısmını mideye götürüyor.

…………………………………………………………………

 

Hüseyin ağabeyle sohbet ederken diyelim ki bir kişinin adı geçiyor. “Saylam, sen bu adamı tanıyor musun?” dediğimiz de onun meşhur lafı: “Ne bileyim ben, enikken kulağını mı kestim?” olur.

Şimdi o yetmiş yaşın üzerinde. Kışın Ankara’da, Yazın Didim’de. Yaşlanmanın verdiği bazı rahatsızlıkları var. Bugün telefonla konuştum hatırını sormak için. Sonunda dedim ki:” Hüseyin ağabey, bugün senin için yazacağım. Yaşadıklarımızı kağıda aktaracağım. Eh, birkaç eski öğrencimiz, arkadaşımız okur da yüzünde buruk bir gülümseme belirirse o bize yeter.

 

“İstanbul’dan geldikçe Ahmet Özer

 Toplar bizi bir araya

 Ankara’da

 Yad ederiz eski günleri

 O, Hüseyin Saylam, ben

 Ve Turan Kaya

 Ne kadar da gençtik Mucur Ortaokulu yıllarında

 Şimdi hepimiz adım attık

 Yaşlılığa”

……………………………………………………………………..

 

Numan Kurt

16 Şubat 2016

( Güzel Günler Yaşadık başlıklı yazı Numan KURT tarafından 2/16/2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu